13 Şubat 1925 günü
Diyarbakır/Piran’da çıkan ve kısa bir süre içerisinde tüm bölgeye yayılarak,
yeni yönetime karşı kapsamlı bir direnişe dönüşen Şeyh Said (1864-1925)
liderliğindeki kıyamın üzerinden 89 yıl geçmesine rağmen olayın kıyam mı isyan mı,
Kürtçü-ayrılıkçı bir hareket mi değil mi, İngiliz desteklimi değil mi? tartışmaları
sürüp gidiyor.
Öncelikle şunu belirtmeliyiz ki Şeyh
Said kıyamının karakteri “etnik” değil,
“dini” dir ve tamamen yeni Türk devletinin yaptığı inkılaplara karşı bir
tepki hareketidir. Bunu şeyh Said’in kıyam için evden ayrıldığı ilk günden,
darağacında Rabbine yürüdüğü ana kadar yaptığı her eylemde görmek mümkündür.
Şeyh
Said hazırlığını yapıp evden çıkacağı zaman hanımı ona şöyle der:
“Sen
bizi kime bırakıp gidiyorsun”. Bu soru karşısında Şeyh Said tarihi cevabını
şöyle verir:
-
Eğer ben ve bu bastonum yalnız da kalsak ben yine bu kâfirlere karşı çıkacağım.
Ne ben Hz. Hüseyin’den daha değerliyim ne de benim ailem onun ailesinden daha
kıymetlidir. Eğer ben bu kâfirlere karşı çıkmazsam zebaniler sarığımdan tutup
beni cehenneme atarlar, siz o zaman bana yardım edebilecek misiniz? Onlar bana
demezler mi: “Ey Said Allah o kadar
mal mülk verdi sana. Sen Allah için ne yaptın? Bunlar Allah’ın emirlerini
ayaklar altına almışlar. Evet, ben cihada başladım ve korkanlar, cihat
edemeyecekler, hastalar gelmesinler. Bu
yol korkakların yolu değildir!” diyerek işin başında amacını ortaya koyar.
Ayrıca
Şeyh Said ile hareketin diğer önderleri arasındaki yazışmalar, Şeyh Said’in
bazı bey, ağa ve aşiret reislerine gönderdiği mektuplar, kıyam sırasında halka
yönelik yayınlanan beyannameler, Şeyh Said ve arkadaşlarının Şark istiklal
Mahkemesi’nde verdikleri ifadeler, bu görüşü teyit eder niteliktedir.
Şeyh Said’in böyle bir
karar almasında etkili olan o günün gelişmelerini hatırlayacak olursak olayı
sağlıklı değerlendirmiş olacağız.
O günün Türkiye’si
hızlı bir değişim ve dönüşüm süreci içerisine girmiş halktan kopuk icraatlar
halkın tepkisini çekmede geç kalmamıştı. Bu bağlamda TBMM’de, 03 Mart 1924
tarihinde görüşülüp onaylanan; “Şer’iyye ve Evkaf Vekâletlerinin Kaldırılması
Kanunu”, “Halifeliğin Kaldırılması ve Hanedanı’nın Türkiye Dışına Çıkarılması”
ve ayrıca Şeriat Mahkemeleri’ni kaldıran 08 Nisan 1924 tarihli
"Mehakim-i
Şer'iyenin İlgasına ve Mehakim Teşkilatına Ait Ahkâmı Muaddil Kanun" ile
dinsel mahkemeler kaldırılarak mahkemeler birleştirildi” Böylece dini ve hukuki
yönden ülke genelinde köklü değişikliklere yol açacak devrimlerin / inkılapların ilk adımları atılmış oluyordu.
Fransız yazar Paul
Gentizon, devrimlerin getirdiği değişimi şu şekilde yorumluyordu:
Osmanlı
imparatorluğunun yerini bir cumhuriyet aldı. Bir Sultan kaçtı. Bir Halife
sürgün edildi. Büyük bir Şef [M.Kemal] dünyanın dikkatini çekti. Onun
buyruklarıyla Müslüman bir halk yeni bir plana göre şekil aldı. O, bu halkı
eski Asya geleneklerine bağlayan bağları kopardı. Geçmişi sildi, süpürdü. İslam
dinine kendi esprisi içinde bir yön verdi. Çok kadınla evliliği önledi.
Cinsiyet ayırımını yıktı. Şeriat hukukunu kaldırdı. Avrupa’nın kanunlarını
kabul etti. Kıyafeti de getirdi. Hatta başka bir alfabe oluşturdu. Ülke din
boyunduruğundan kurtuldu. Hıristiyan Avrupa’nın çok kan dökerek sağladığı bu
sonu Türkiye’de bu suretle kestirme yoldan (6 yıl içinde) elde edildi.. Reform
halkın bir kısmını hoşnut etmedi. Hatta o kadar ki Doğu illerinde, iç isyana
kadar vardı...”( Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu, (Çev. Fethi Ülkü), T.C. Kültür
ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1983, s.9, 109, 179, 255.) Ve böylece, ülkenin
birçok yerinde, devrimlerden hoşnut olmayan muhafazakâr kesimlerden, muhalif
seslerin yükselmeye başladığı yeni bir sürece girilmiş oldu.
17 Kasım 1924’te, Cumhuriyet
Dönemi’nin ilk muhalefet partisi olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TCF)’nın
kuruluşu ilan edildi. Genel Başkanlığını Kazım Karabekir’in yaptığı TCF’nin
tüzüğüne, “Fırka, dini düşünce ve
inançlara hürmetkârdır” şeklinde bir ibare koydu. TCF yetkililerinden Fethi
Bey; “Terakkiperverler dindardır. Halk
Fırkası dini batırıyor. Biz dini kurtaracağız ve muhafaza edeceğiz”( Nur
şen Mazıcı, Belgelerle Atatürk döneminde Muhalefet (1919-1926) Dilem Yayınları,
İstanbul 1984, s.82.) şeklinde beyanat
veriyordu. Devrimlere karşı olan kesim, Milli Mücadele’nin ünlü isimlerinin yer
aldığı TCF’ye yöneliyor ve ortam giderek gerginleşiyordu.
1925 Ocak ayı
sonlarında, TCF Erzurum Milletvekili Ziyaeddin Efendi, TBMM kürsüsünde, iktidardaki
CHF’nin icraatlarına ağır eleştiriler yönelterek; “Yeniliğin işret, dans, plaj sefasından başka bir şey ifade etmediğini,
fuhşun arttığını, Müslüman kadınların edeplerini kaybetme yolunda olduklarını,
sarhoşluğun himaye, hatta teşvik olunduğunu, en önemlisi dini duyguların
rencide edildiğini, yeni rejimin sadece ahlaksızlık getirdiğini, rezil bir
yönetimin memleketi çamurların içine sürüklediğini” ( Metin Toker, Şeyh Sait
ve İsyanı, Akis Yayınları, Ankara 1968, s.21.) ifade ediyordu.
Bu uygulamalara tepki
çığ gibi büyürken Şeyh Said de , Nakşibendi tarikatının yaygın olduğu yerleşim
birimlerini tek tek ziyaret ederek halkı ve müritlerini irşat etmeye başlamıştı.
13 Şubat 1925 Cuma günü, Piran da verdiği vaazda halka şöyle sesleniyordu:
“Medreseler
kapatıldı. Din ve Vakıflar Bakanlığı kaldırıldı ve din mektepleri Milli Eğitim’e
bağlandı. Gazetelerde birtakım dinsiz yazarlar dine hakaret etmeye,
peygamberimize dil uzatmaya cüret ediyorlar. Ben bugün elimden gelse, bizzat
dövüşmeye başlar ve dinin yükseltilmesine gayret ederim.”(
Behçet Cemal, Şeyh Sait İsyanı, Sel Yayınları, İstanbul 1955, s.24:)
Aynı gün, Şeyh Said’in
maiyetinde yer alan birkaç mahkûmun teslim olmasını isteyen bir jandarma müfrezesinin
talebine verilen olumsuz cevabın ardından, mahkûmlarla askerler arasında çıkan
çatışmada, birkaç askerin öldürülmesi geri dönülmez yolun başlangıcı olur.
Böylece, Şeyh Said
önderliğindeki kıyamın Diyarbakır’ın Piran köyünde tutuşan fitili, anında bir
kıvılcım gibi çevredeki ilçe, köy ve mezralara sıçradı. Kısa bir süre
içerisinde, resmi kurum ve kuruluşlar Şeyh Said güçlerinin eline geçti. Valiler,
kaymakamlar, müdürler, yargıçlar ve direniş alanlarındaki cephe komutanları,
bizzat Şeyh Said’in emriyle atandı. Şeyh Said ayrıca, uyulması gereken
kuralları içeren bir de yönerge hazırladı (A.Süreyya Örgeevren, Şeyh Sait
isyanı ve Şark İstiklal Mahkemesi, Vesikalar, Olaylar, Hatıralar, Temel
Yayınları, İstanbul 2002.)
Şeyh Said bu arada,
“Emir’ül Mücahidin Muhammed Said El-Nakşibendi” imzasıyla halka yönelik çeşitli
beyannameler yayınladı. Ayrıca, direnişe destek vermeleri için Alevi-Zaza aşiret
reisleri, Kürt bey, ağa ve aşiret reisleri ile Ergani’deki Türk bey ve ağalarına
da aynı imza ile mektuplar gönderdi ve onları Kemalist yönetime karşı ortak
mücadeleye davet ederek yardım istedi.
Yayınlanan beyannamelerden
birinde: “Kurulduğu günden beri din-i mübini Ahmedi’nin temellerini yıkmaya çalışanı
Mustafa Kemal ve arkadaşlarının, Kur’an’ın ahkâmına aykırı hareket ederek,
Allah ve peygamberi inkâr ettikleri ve Halife-i İslam’ı sürdükleri için, gayri
meşru olan bu idarenin yıkılmasının bütün İslamlar üzerinde farz olduğu,
Cumhuriyetin başında bulunanların ve Cumhuriyete tabi olanların mal ve
canlarının şeriat-ı garrayi Ahmediyye’ye göre helal olduğu...”( M. Şerif Fırat,
Doğu illeri ve Varto Tarihi, TKAE Yayını, Ankara 1981, s.180.) hususlarına yer
veriliyordu. Bir başka beyannamede de; “Hilafetsiz Müslümanlık olmaz! Halife
memleketten çıkarılamaz! Şimdiki hükümet mütemadiyen dinsizlik neşretmektedir.
Kadınlar çıplaktır. Mekteplerde dinsizlik ilerliyor...”(Behçet Cemal, a.g.e.,
s.48) şeklinde ifadeler yer alıyordu. Şeyh Said, Urfa’daki İzoli Kürt aşireti
reisi Bozan Ağa’ya gönderdiği mektupta;“1300 seneden beri Cenabı Hakk’ın Peygamber
Efendimizi göndermekle neşir ve tebliğ ettiği dinimizi imhaya çalışanlara karşı
harp ilan ettim. Bunda bana yardım edilmezse, cümlece mahvoluruz!”( Behçet
Cemal, a.g.e., s.45; Metin Toker, a.g.e., s.27) diyordu..
Şeyh Said, yine Urfa’daki Milli aşireti
reisi Halil Beg’e, Varto’daki Alevi Zaza olan Hormek aşireti reisleri Halil, Veli
ve Haydar Ağalara gönderdiği mektuplarda da benzer rahatsızlıklardan bahsedip destek
istemiş fakat hiçbirinden yardım alamamıştı.
Şeyh Said’in diğer mektuplarında
da benzer cümleler yer almaktadır. “Kürt” isminin dahi geçmediği söz konusu beyannameler
ve mektuplarda, direnişi sahiplenmek isteyen Kürt siyasi çevrelerince ileri
sürülen “Şeyh Said Kürtlük ve Kürdistan
için ayaklandı” yönündeki iddialarının ne kadar asılsız olduğunu
ispatlamaya yeterlidir.
Şeyh
Said, bacanağı Kasım tarafından ihbar edilir ve arkadaşlarıyla beraber tutuklanıp
5 Mayıs günü Amed’e getirilirler. Karar çoktan verilmiştir. 28 Haziran’da Şeyh
Said ile beraber 46 arkadaşı idam edilecektir.
Asılacağı
sırada bir kâğıdın üzerine şöyle yazıyor: “
Değersiz dallarda beni asmanıza pervam yoktur. Muhakkak ki ölümüm Allah ve
İslâm içindir.”
İlmik
boynuna geçirildikten sonra, söylediği son söz ise: “Şu anda fani hayata veda etmek üzereyim. Halkım için feda olduğuma
pişman değilim. Yeter ki torunlarım düşmanlarıma karşı beni mahcup etmesinler.”
Gözün
arkada kalmasın Ey Şehit; Torunların seni mahcup etmeyecek! Bizler için Dünyevi
yenilgiler birer tecrübedir, aynı zamanda büyümenin imkânı. Ve “Tarih
yalancılarının mumları da bir yatsıyı bekliyor ve o yatsı çok yakındır.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder