27 Aralık 2016 Salı

KORKULARDAN KURTULUŞ!



Karanlığı çöktüğü zaman karanlığın şerrinden. (Felak 3)

Her insanın korkuları aynı olmadığı gibi toplumlarında korkuları birbirinden farklıdır. Biz Anadolu insanı karanlıktan, yatırdan, cinden, periden, nazardan vs. korkarken; Batıda bu yerini vampire, Koca ayağa bazen de bir Türkün, örneğin Atila’nın tekrar gelebileceği endişesine bırakır. Bu korkuları bastırmak içinde toplumlar farklı davranış kalıpları ortaya koymuştur. Bizde nazar boncuğundan, at nalından tutunda muskaya ve hatta mezarlıktan geçerken türkü çağırmaya kadar... Batıda ise vampir geldiğinde kendisini koruyacağına inanılan kutsal haçı çıkarma...

Yaşadığımız bu zaman diliminde her şey o kadar altüst oldu ki korkularımız bile artık bize ait değil. Batıdan korku ithal eden bir toplum olduk. Gençlerimizde sıklıkla görmeye başladığımız haç bir süs eşyası olmaktan öte korkudan emin olma inancını yansıtır oldu.

İnsanımızda ki bu korkuların kökeni Anadolu’da iki yüz yıl kadar kalmış olan Perslerin inancı olan zerdüştlüğe ve birde Orta Asya’dan getirmiş olduğumuz şaman gelenekleriyle açıklanabilir. Zerdüştlükte iyi ile kötünün, ışık ile karanlığın kavgası vardır… Karanlık (her türlü kötülüğü içerisinde barındırdığı için) yeryüzüne egemen olmasın diye Ateşgede denilen tapınaklarında sürekli ateş yakmışlardır. Yani iyilik ve güzelliğin temsili olan ışık sürekli var olmalıdır ki karanlığın orduları mağlup olsunlar ve yeryüzüne egemen olmasınlar… Şamanizm’de öyledir kötü ruhlar vardır ve bu ruhlar şaman veya kam adı verilen din adamları tarafından kovulur. Nazar boncuğu At nalı gibi nesnelerinde insanı kötü bakışlardan koruyacağına inanılır.

Bastırılan korkular zamanla toplumların karakteri olarak dışa vurabilir.  Vampirden korkan batı zaman içerisinde kan emici bir vampire dönüşmüş ve kendisinden olmayan halkların üzerine bir karanlık gibi çökmüştür. Sadece 20. yüz yılda en az 100 milyon masum insanı katletmiştir. Batıda ki korku, onları bir canavara dönüştürmüşken bizim korkularımız! Bizi koyunlaştırmış ve sömürülmeye müsait bir hale getirmiştir. Oysaki yeni aldığımız bir arabaya Nazar etme ne olur çalış senin de olur yazmamış mıydık? İnşa ettiğimiz gökdelenlerin girişlerine maşallah yazıp nazar boncuğu ya da at nalı takmamış mıydık? Ne oldu da doğu medeniyetinin kaleleri bir bir düştü ve karanlığın orduları tarafından bir bir işgal edildi?

Bunca acıyı yaşamamızın temelinde korkularımız tarafından kuşatılmış olma durumu yatıyor olabilir mi. Korkularımızın esiri olmuş olabilir miyiz? Haset edilmesinden korkan bir toplum iken haset eden bir toplum haline mi geldik? Cinler tarafından çarpılmaktan korkarken Cin olup cinleri bile çarpan, bir birine güven vermeyen ahlaki olarak çökmüş bir toplum mu olduk? Gıybet ve dedikodu alıp başını gitti mi yoksa?

Belki de asıl korkularımız bu değildi? Bunlar sadece korkularımızı maskeliyordu. Rızık korkumuz vardı belki de… Allah’ın Rezzak olduğuna inanmıştık ta rızkı ondan değil başkalarından biliyorduk. Dünyanın geçici olduğunu biliyor ama hiç ölmeyecekmiş gibi yaşıyorduk oysa bal gibide ölümden korkuyorduk… Allah’ın Resulü Sizin için iki şeyden korkuyorum: Kadın ve dünyalık dememiş miydi? Kadın ve dünyalık tuzağına düşmüş bir toplumun, karanlığın ordularıyla mücadele edeceğini beklemek safdillik olmaz mı? Hem zaten karanlığın orduları bize dünyalık vaat etmiyor muydu?

İnsanlığı kurtuluşa erdirme iddiası ile ortaya çıkan beşeri İdeolojiler tarih boyunca toplumların başlarına bela oldular. Toplumu kurtarmak için yola koyulan ideolojilerin tamamı sonunda insanlığı katletti. Argümanları ne olursa olsun bu hiç değişmedi.

Öyleyse nasıl kurtulacağız bu korkulardan!
Entelektüel, felsefi ve teorik analizleri bir tarafa bırakıp, net cümleler, şeffaf düşünceler, sonuç belirten deyimler ve saf ayrıştıran kelimelerle konuşup yazacak olursak ki Rabbimizde böyle yapıyor ve kurtuluş reçetesini net bir şekilde bize sunuyor.  De ki: Sığınırım ben, insanların Rabbi ’ne insanların Melik’ine, insanların İlah’ına, O sinsi vesvesecinin şerrinden ki insanların göğüslerine kötü düşünceleri fısıldar, Gerek cinlerden, gerek insanlardan. (Nas suresi)

Allah neden bu surede bize: insanların Rabbi ’ne insanların Melik’ine, insanların İlah’ına, sığının dedi? Allah’ı Rab olarak, melik olarak ve ilah olarak bilin mi demek istedi! E Biliyoruz ya! Evet, sadece biliyoruz bilgiden amele geçmemiz gerekiyor Rab deyince; bizi yoktan var eden, barındıran, besleyen büyüten, kanun ve kural koyan cezalandıran ve mükâfatlandıran bir rabbe sığınmamızı istiyor. Yani önce üzerimizde tasarruf sahibi olan bir Rabbe iman, Onu Melik (hükümdar, sahip olan, hükmeden, istediği şekilde kullanabilen) olarak kabul ediş ve yalnız ona İtaat ederek yani Onu ilah( her şeyin üstünde olan) kabul edip karanlığın ordularının karşısına çıkmamız gerekiyor… Ancak bu şekilde karanlığın orduları yok olur, yeryüzü nura gark olur ve bizler korkudan emin oluruz.

Sonuç olarak; İslam’ın asaleti ve celadetini içermeyen hiçbir çaba, gerçek kurtuluşu ve huzuru sağlayamaz. Değerlerinden kopmuş bir toplum, her türlü etkiye, korkuya dolayısıyla kullanıma açık hale gelir. Sözümüz tükenmiş değil, umudumuz baki. Ölümü öldürdüğümüz, korkuyu korkuttuğumuz gün gezgin bir rüzgâr, bizi yeniden o günlere götürecek. Bize insan, Müslüman, ümmet ve millet, zalime de zalim, gâvura gâvur, münafığa münafık ve ahlaksıza ahlaksız denildiği o günlere…


26 Aralık 2016 Pazartesi

KABARAN ÖFKELER!



Kölelik, eski çağlardan 19. yüzyıla kadar çeşitli biçimlerde var olagelmiştir. Köleliğin ortadan kaldırılması için tarih boyunca birçok mücadele verilmiştir. İslam dini gelene kadar toplum içerisinde hiçbir değeri olmayan köleler Hz. Muhammedin “onlar sizin kardeşlerinizdir yediklerinizden yedirin, giydiğinizden giydirin onlara kaldıramayacakları yükler yüklemeyin ve onları ahlaksızlığa zorlamayın” demesiyle bir nebze olsun rahatlamışlardı fakat bu rahatlık uzun sürmemişti.

Zaman zaman kölelerin öfkesi bir yanardağ gibi patlamış ve efendilerin korkulu rüyası olmuşlardır.
Köle isyanları denilince genelde batıda, MÖ 140 yılında Eunus ve MÖ 73-74 yıllarında Spartaküs önderliğinde Roma ya karşı başlatılan köle isyanları akla gelmektedir. Oysa doğuda Ali b. Muhammedin başlattığı zenci isyanı da oldukça önem arz etmektedir. Bu isyan tıpkı modern zamanlarda ortaya çıkan 1794-1801 yılları arasında Haiti’de Taussaint Lauverture ve 1906-1913 yıllarında Natallı Hint asıllı çiftçilerin Gandi önderliğinde Avrupalı sömürgecilere karşı başlattıkları köle isyanlarından farksızdır.

İsyan vasıt ile Basra arasındaki bataklık bölge (bataih) ile Fırat ve Dicle’nin birleştiği Dicle-tül -avra (şat tul Arap) denilen nehir ve sulama kanallarıyla örülü alanda meydana gelmişti.

Bu köleler buraya ne amaçla getirilmişlerdi? Zenciler, kendisi beyaz olan Ali b. Muhammedin isyan çağrısına neden hızla cevap vermişti?

Bu bataklık alan eski çağlardan beri var olagelmişti. Samaniler bu bataklığı kurutmak için oldukça mücadele etmiş ve bu bölgede büyük çiftlikler kurmuştu. Sasanilerden sonra bölge yine bataklığa dönüşmüştü.

Bu bataklık bölge öşür arazisiydi %10 vergi alınıyordu. Bu bölge Hz. Osman zamanından itibaren birilerine peşkeş çekilmeye başlandı. Özellikle Emeviler döneminde büyük çiftliklerin doğuşu ve yaygınlaşması görüldü. Tuzlu olan bu toprakların temizlenmesi gerekiyordu. Bu bölgede özellikle şeker kamışının yetiştirilmesi insan gücüne olan ihtiyacı arttırmıştır. Bu gücü ise Afrika’dan getirilen zenci köleler karşılayacaktır.

Ayrıca bölgede yoğun pirinç üretimi vardı. Bölge bataklık olduğundan sık sık veba salgını görülüyordu. 684 ve 690 yıllarında meydana gelen iki veba salgınında binlerce insan ölmüştü. İsyanın devam ettiği günler dede Basra’da veba çıkmış salgından 20 bin kişi ölmüştü (871) sık sık görülen hastalıklar insan gücüne olan ihtiyacı arttırıyordu. Bu zenciler çoğunlukla doğu Afrikalıydı ve iş yükü altında eziliyorlardı buna karşılık en asgari yaşam standardına bile sahip değillerdi. Ali b. Muhammedin bunları organize edip isyan bayrağını çekmesi hiçte zor olmamıştı. Bu isyan ilk değil sonda olmayacaktı. Örneğin Asur kralı Sanherib’in ( MÖ 704-681) uzun kamışlıklar arasında bataklık halkı ile savaşırken tasvir edilmesi Asurlular zamanında bu tür isyanların olduğunu göstermektedir.

Modern araştırmacılar Ali b. Muhammedi sosyal patlamanın önderi olarak görürler. Adına para bastırmış ve beyaz bir bayrak üzerine tövbe suresinin 111. Ayetini, altına da kendi adını yazdırmıştı.
Kısa zaman içerisinde Übülle, ahvaz,cubba, vasıt, sus, tuster , abadan, ve Basra’ya egemen oldular. Ali b. Muhammed hutbeyi kendi adına okuttu. Başkentleri muhtara şehri idi. Abbasîlerin o dönemde Saffarıler ve Tolunoğulları ile uğraşıyor olması hareketin yayılmasında ve gelişmesinde etkili olmuştur. Saffari tehlikesi ortadan kalktıktan sonra ancak Abbasîler bu isyana yönelebilmişlerdir…

İsyana katılan zenci sayısı 500,000 civarındaydı. Savaş Basralılarla yapılır. Zaman zaman Abbasî ordusu karşısında başarı gösterseler de,  Muvaffak komutasındaki Abbasî ordusu zencilerin sonunu hazırlar. İsyan 869 da başlayıp 883 te yani 15 yıl sonra son bulabildi.

Sonuç olarak; Yaklaşık 50 yıl Afrika’dan köle ticareti yapılamadı. Toprakta köle çalıştırılması uygulamasına İslam dünyasında son verildi. Ali b. Muhammed Öldürüldüğünde 48 yaşındaydı. El-muvaffak zenci liderin kellesini oğlu Ebu’l Abbas’a vererek Bağdada gönderdi böylece kitlelerin kalbini kazanacaktı ve nihayetinde Ebu’l Abbas birkaç yıl sonra El-Mutezit alallah lakabıyla Abbasî hilafet makamına oturdu. Efendi değişmiş fakat zulüm değişmemişti. Üstelik yeni efendiyi canlarını vererek iktidara taşımışlardı!

Bugün bu katliamların yapıldığı yerde pekte değişen bir şey yok. Bir avuç petrol zengini Arap şeyhi ve milyonlarca aç ve sefil Müslüman. Arap baharı dendi fakat katledilen yine mustazaflar oldu. Dubai’de gökdelenler yükselirken, Mısırda yiğitler kafeslerde tutulurken Suudiler çakallara ekonomik yardım ededursun, bir Arap şeyhi milyarlarca dolar harcayıp çöle uzaydan görünecek şekilde ismini yazdıradursun… Onlar bu şekilde yaşayarak tarihe şerefsizler olarak geçedursun İslam dünyası büyük bir kıyama gebe gibi duruyor… Ashab-ı uhdud günlerinden daha beterinden geçtiğimiz bu günlerde tek tesellimiz hendek sahiplerinin yaktıkları ateşte yok olacaklarına olan inancımızdır.

Teknolojinin gelişimiyle birlikte kölelik farklı boyutlar kazanmıştır. Asgari ücrete mahkûm edilen halklar kapitalist dünyanın yarattığı tüketim çılgınlığı içerisinde her gün eriyip gitmekteler.

Sorulduğunda, Bu mallar kimin? Allah’ın, bizler sadece emanetçiyiz diyen takva ehli kardeşlerimizin elleri altında çalışan emekçilerin haklarını vermelidirler.


Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Antalya'da G20 toplantıları kapsamında yerli ve yabancı işadamlarına yaptığı konuşmada  "Biraz az kazanın ve kazandıklarınızı dar gelirli insanlarla, çalışanlarınızla paylaşın" çağrısı gündemde tutulmalı ve modern çağın açlığa mahkûm edilen köleleri biraz olsun nefes almalıdır. Aksi takdirde tarih tekerrür edecek kabaran öfkeden toplumun her kesimi zarar görecektir.




Kaynak:
19. YY ’da Irak’ta köleler ayaklanması: Alexandere Popoviç 1976 Paris
Siyah Öfke / Mustafa Demirci

KERBELA BİR DURUŞTUR!



Hz. Hüseyin, Kerbelâ Olayı’nın hakikatini şu cümlelerle, adeta haykırıyordu: “Eğer ben gitmezsem, bu ümmette bir daha hiç kimse, haksızlığa karşı çıkmayacaktır.”

Muharrem ayı Hicri takvimin birinci ayıdır. İslam'da haram aylar olarak bilinen dört aydan biridir. Lakin bünyesinde çok acı hadiseleri de barındırması bakımından asırlardır matem ayı olarak anılmaktadır. Matem ayı olması; Peygamberimizin Cennet gençlerinin efendisi olarak nitelendirdiği sevgili torunu Hz. Hüseyin'in 72 arkadaşıyla Kerbelâ’da Yezidin askerlerince hunharca katledilmelerindendir.

Hicri takvimle 10 muharrem 61, miladi takvimle 10 Ekim 680 yılında cereyan eden Kerbela hadisesi üzerinden 1334 Yıl geçtiği halde yüreklerde bıraktığı acı ve hüzün halen tazeliğini koruyor ve kıyamete kadarda koruyacağa benziyor.

Kerbelâ hadisesi, sadece acı ve bizi hüzünlendiren bir hadise olarak görülmemelidir. Bu olayla, İmam Hüseyin, haksızlığa karşı çıkmanın sembolü olmuştur. Bidatlere, zulümlere bir başkaldırıştır.

İmam Hüseyin mazlumların, ezilmişlerin, yalın ayaklıların ümididir. Yezid ise her kötülüğün, kurnazlığın zulmün sembolü…

Yezit zihniyeti tarih boyunca var olagelmiştir. Gün olmuş Firavunlarda, gün olmuş Nemrutlarda vücut bulmuştur. Mekânlar gün olmuş Kerbela olmuş, Gün olmuş Hama, Bosna, Filistin, Mısır, Suriye, Çeçenistan, Kurdistan olmuş… Her taraf kan gölüne çevrilmiş, namuslar çiğnenmiş varlıklar yağmalanmış insanlık karanlık bir tünele sürüklenmiştir…

“Eğer kanım akmadan ayakta durmayacaksa Muhammedîn dini, ey kılıçlar haydi durmayın alın beni, parçalayın bedenimi” diyen Hüseyin’in duruşu, ruhu ve çağları aşan mesajı anlaşılabilseydi bugün Müslümanlar, bu halde olmazlardı. Yanlışa yanlış deme erdemi Müslümanların ahlaki vasfı olmadığı müddetçe de bu zelil durumdan kurtulacakları zor görünüyor.

Müslümanların ilk kıblesi, Mescidi Aksâ’nın İsrail askerlerince işgale uğradığı bu günlerde, her yüz, belki bin Müslümandan ancak birinin bundan haberdar olması, bu hakikati açığa çıkarmaktadır. Bugün, İslam âleminin dört bir yanında, Müslümanlara dikte ettirilen onursuzca hayatın, temelinde bu şuur eksikliği var.

Zaman ve zemin ne olursa olsun, niceliğe bakmaksızın, her daim hakkın yanında, haklının yanında, zalime karşı mazlumun yanında onurlu mücadele vermenin adıdır Hüseyin’i duruş…

At izinin it izine karıştığı günümüzde, Yezidin yanında duranların, Hz. Hüseyin için gözyaşı dökmeleri bizleri aldatmamalıdır. Berkin Elvan için Timsah gözyaşı dökenlerin, Yasin Börü ve 2 arkadaşının bir apartman dairesinde sıkıştırılıp defalarca bıçaklanmaları akabinde Üçüncü kattan atılıp cesetleri üzerinden arabalarla geçilip benzin dökülerek yakılmalarına ses çıkarmamaları ne ile izah edilebilir. Haydi, onları anladık ya bize ne oldu! Bizim cemaatimizden biri olmadığı için mi suskunluğumuz? Onların Arakanda Budistler tarafından yakılan Müslümanlardan ne farkı var?Hani ilkesel duruşumuz? …

Biliyoruz ki önemli olan; yaşadığımız zaman ve şartlarda duracağımız saftır, sergileyeceğimiz duruştur. Kıyamete kadar “yezitlerin” de “Hüseyinlerin” de varisleri bitmeyecektir. Her fert sergileyeceği davranışla mutlaka bir safta yer almıştır; kendisi safını bilse de bilmese de (!) safından hesaba çekilecektir. Onun içindir ki safları daha sık ve düzgün tutmalı, Yasinleri, Hasanları ve Hüseyinleri yezitlere kurban vermemeliyiz. Kufelilerin, Hz. Hüseyin’e dediği gibi “kalbimiz senden yana ama kılıçlarımız yezitten yanadır! “dememeliyiz.

Nedendir bilinmez ama Peygamberimizin sevgili torunlarını biri 44, diğeri 54 yaşında kaybettiğimiz halde zihinlerimizde bir türlü büyütemez, onları hep dedelerinin sırtında hayal ederiz! Oysa onlar kocaman yiğit oldular, dedelerinin davasını sırtlanarak ümmete yol göstermek için can verdiler kan verdiler… Bize düşen ise ya Hüseyin gibi Şehit olmak, ya da Zeynep gibi bu davayı çağlara taşımak olmalıdır. Hüseyin’in yolunu sürdürenlere onun safında yezide karşı mücadele verenlere selam olsun.

22 Aralık 2016 Perşembe

TARİH TEKERRÜR EDECEKTİR!



Tarih boyunca Firavunlar Musalara karşı değişmez birtakım davranışlar içerisinde olmuşlardır. Dünkü Firavun ne ise bugünkü Firavun da odur yarın da aynı olacaktır.

Tarihi süreç içerisinde “Firavun” ismi tüm tiranların, diktatörlerin, sömürgecilerin ve işbirlikçilerinin ortak adı olmuşken Musa; zulüm saraylarına dalıp zalimlerle hesaplaşanların, onların düzenlerine baş kaldırıp, hile ve desiselerini ifşa edenlerin sembolik ismi olmuştur

İnsanın tarih sahnesine çıkışından günümüze kadar iki hukuk mevcudiyetini hep korumuştur. Bunlardan birincisi ilahi hukuk diğeri ise beşeri hukuktur. İlahi hukuk; Allahın insanları yarattıktan sonra onları başıboş bırakmayıp kullarından dilediğine gerek vasıtalı (Cebrail) gerek vasıtasız bir şekilde vahyetmesi sonucu oluşmuştur. Beşeri hukuk ise şeytanın ilahi hukuka tabi olanlarla mücadele etmeleri için dostlarına vahyetmesi sonucu oluşmuştur. Yeryüzünde yapılan tüm mücadelelerin temelinde bu iki hukukun hesaplaşması vardır.(hak-batıl, iyi-kötü, aydınlık ve karanlık v.s)

Musalar ilahi iradeyi ve adaleti yeryüzüne hâkim kılmaya çalışırken, Firavunlar kendi heva ve heveslerini, arka planda ise bağlı oldukları fikir babalarının(şeytanın) iradesini topluma hakim kılmaya çalışmışlardır.

Kuranı kerimde “İman edenler Allahın yolunda, inkâr edenler ise Tağut’un yolunda savaşırlar”(Nisa 76) buyurarak bu gerçeğe dikkat çekmektedir.

Bu mücadelede bazen ilahi hukuk taraftarları ,bazense beşeri hukuk (Müslümanların zaafları sonucu) galip gelmektedir.(Ali İmran 140)

Musalar iktidarı ele geçirdiklerinde yeryüzünde adaleti tesis etmeyi, iyiliği emredip kötülükten alıkoymayı şiar edinmiş insanların can, mal, nesil, akıl emniyetlerini sağlamışlardır. Yeryüzünde imar faaliyetlerinde bulunarak orayı yaşanılabilir hale getirmeye gayret sarf etmişlerdir.(Hac/41)

Firavunlar ise iktidarı ele geçirdiklerinde nesli ve kültürü yok etmişler, ele geçirdikleri şehri yakıp yıkmışlar, oranın şerefli ahalisini zelil kılmışlardır. Terör estirerek can, gasp ederek mal, fuhşu ve hayâsızlığı yaygınlaştırarak nesil ve kendi çizmiş oldukları kalıpların dışına çıkmayı yasaklayarak akıl emniyetini yok etmişlerdir. Bazen halk üzerinde öyle ceberut sistem kurmuşlar ki kendi dışında düşünen ve inanan insanları gözlerini kırpmadan yok etmişlerdir. (Bakara/205)

Ashabu’l-uhdud hadisesi bunun örneklerinden sadece bir tanedir. Bu olayda kral din değiştiren halkına tahammül edememiş şehrin etrafında hendekler kazıp bu hendeklerde ateş yaktırmış ve kendi düşüncesine ters düşen herkesi ateşlerde diri diri yakmıştır (bugün Arakan’da Müslümanların diri diri yakılması gibi). Benzeri olayı, büyücüler Hz. Musa’nın getirdiklerine iman edince firavunda görüyoruz. halkına “ben size izin vermeden mi inandınız..şimdi ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseyim de görün …diyerek kendisini vicdanların üzerinde otorite görmüştür. Ama inanan insanlar zararı yok nasıl olsa biz rabbimize döneceğiz diyerek tarihin şerefli sayfaları arasında yerlerini almışlardır.

 Firavun ’un Kızıldeniz’de ölümle yüz yüze gelip Musa’nın ve Harun’un rabbini kabul etmesi ve o muhteşem gücün karşısında diz çökmesi ve akabinde ölümün kendisini alıp götürmesi ve mustazafların yeryüzüne varis olması üzerinde düşünülmesi gereken noktalardan biridir.

Her firavunun karşısında mutlaka bir Musa hep olagelmiştir. Bugün Firavun’u Sisi olarak ete kemiğe bürünmüş olarak, Musa’yı ise Mursi olarak görmekteyiz. Zulmün olduğu yerde halkların arasından öncüler ortaya çıkmış zalim yöneticilere Cehennemvari bir hayat yaşatmışlardır. Bu başkaldırılar sadece inançlı toplumlara has bir şey değildir. İnançsız veya inançları tahrif edilmiş toplumların zalim yöneticilere karşı vermiş oldukları mücadeleye de tarih şahit olmuştur.

1789 Fransız ihtilali bunun en çarpıcı örneğidir. Fransa kralları, halkın bilinçlenmesine engel olarak onları küçümseyerek, alaya alarak saltanatlarını sürdüreceklerini zannetmişler oysa halk onlara ve onlar gibi olanlara öyle bir ders vermiştir ki, halktan özür dilemelerine rağmen ne canlarını nede saltanatlarını kurtarabilmiştir.

Bir devlet kısa bir süre içinde olsa beşeri hukukla yönetilebilir Lakin zulümle yönetilemez. Yakın tarihte bunun birçok örneğine insanlık şahit olmuştur. 1979 İran devrimi hafızalardaki tazeliğini korumaya devam ediyor. Şah halka rağmen, halkı yönetmek istemiş, ülkenin tüm kaynaklarını batıya peşkeş çekmiş, kurmuş olduğu terör örgütleriyle muhaliflerini öldürmüş ya da memleketten sürmüştür. Tüm uyarılara rağmen şah emperyalist güçlerin maşalığını yapmaya devam etmiş ve gelişen süreç içerisinde, kılıç kan akıtır, kan ise zulmü temizler düşüncesiyle halk kıyam etmiş ve şah ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştı.

Aynı yıllarda dünyanın süper gücü olan Rusya Afganlı mücahitler karşısında tutunamamış ve Afganistan’ı terk etmişti.

Günümüzde de küfür cephesinde değişen bir şey yok. Arakan’da, Filistin’de, Suriye’de, Irak’da, Mısır’da ve dünyanın dört bir tarafında müstekbirler tarafından Müslümanlara zulüm ediliyor…

Toplumlarında yöneticilik vasıflarını yitirip saltanatlarını kaybetmek istemeyen yöneticiler halklarının özgürlükleriyle oyun oynamasınlar!...


Halklarını sömürüp onlarla alay edenler, onların kutsalını hiçe sayarak zulmedenler bilmelidirler ki;   tarih tekerrür edecek zulüm sarayları yerle bir olacaktır, akıttığınız kanlar Kızıldeniz’e dönüşüp sizi boğacak ve  son pişmanlık fayda vermeyecektir…

20 Aralık 2016 Salı

KISSADAN HİSSE…



Öğrencisi eğitimini tamamladıktan sonra usta, öğrencisini uğurlarken; “Yaptığın son resmi, şehrin en kalabalık meydanına koyar mısın” demiş ve ilave etmiş: “Resmin yanına kırmızı bir kalem bırak.. İnsanlara, resmin beğenmedikleri yerlerine bir çarpı koymalarını rica eden bir yazı iliştirmeyi de unutma..”

Öğrenci, yaptığı manzara resmini meydana koymuş…

Aradan birkaç gün sonra bakmaya giderken ne görse iyi….

Resmin her tarafı çarpılar içinde…

Üzülerek ustasının yanına dönmüş. Usta ressam öğrencisine; “üzülme, aynı resmi bir daha yap” demiş.

Öğrenci, aynı resmi yeniden yapmış.

Usta, resmi yine şehrin en kalabalık meydanına bırakmasını istemiş. Fakat bu kez yanına çeşitli renklerde boya ile birkaç fırça koymasını söylemiş. Ayrıca yanına da, insanlardan “beğenmedikleri yerleri düzeltmesini” rica eden bir yazı bırakmasını önermiş.

Öğrenci denileni yapmış. Birkaç gün sonra bakmış ki, resmine hiç dokunulmamış. Sevinçle ustasına koşmuş. Usta ressam öğrencisine bunu şöyle açıklamış: “İlkinde, insanlara fırsat verildiğinde ne kadar acımasız bir eleştiri yapabildiklerini gördün. Hayatında resim yapmamış insanlar dahi gelip senin resmini karaladı. İkincisinde ise, onlardan yapıcı olmalarını istedin, kimse dokunamadı. Çünkü yapıcı olmak birikim gerektirir… Ve gördüğün gibi hiç kimse bilmediği bir konuyu düzeltmeye cesaret edemedi.”

Usta ressam devamla:

“Şunu unutma; değer bilmeyenlere emeğini sunma. Ve asla cahillerle istişare etme.”

Kıssadan hisse…

Malatya’ya birçok yatırım yapılıyor.

Yeni projeler hayata geçirilmeye çalışılıyor.

Ama bir kesim bütün bunları acımasızca eleştiriyor..eleştiriyor çünkü, 1945'ten beri, muhalefet yapmak, iktidarın dediğinin tersini savunmak anlamına geliyor. İktidar iyi de yapsa, kötü de yapsa, muhalefet hep tersini söyleme alışkanlığını bir türlü terk etmiyor…

      “AVM yanlış.... Tram-bus yanlış.. Hastane yanlış.. Modern Kaldırımlar yanlış.. Vilayet parkının yeniden dizaynı yanlış.. .. Kentsel dönüşüm yanlış..Cadde genişletme çalışmaları yanlış..Ağaçların dikilmesi de sökülmesi de yanlış.  Camiyi yıkmak ta yapmakta yanlış.. Vadi projesi yanlış…Alt geçit yanlış üst geçit yanlış!...” ve daha aklınıza ne gelirse…

Önüne gelen atıyor “çarpı”yı.

İyi de kardeşim, işin doğrusu ne?

İşte sıkıntı tam da  burada başlıyor.

“Şu yanlış, doğrusu budur” diyen yok. Tıpkı hikâyedeki gibi. Çarpıyı atan atana. Ama fırça ve boyayı eline alıp düzeltecek kimse çıkmıyor.

Çünkü, Malatya’da ne yazık ki o bilgi ve cesarete sahip “birileri” pek yok. Sadece.
“Ucuz siyaset” yaparak, “çamur atmak ” kolaycılığı var.

21.yy dada maalesef “Duranlar yürüyenlerden daha çok patırtı ediyor

Bunun adı, zulümdür....

Malatya’ya yapılacak hizmetleri geciktirmektir..


Son olarak ,dedikodu siyaseti yaparak kentin gelişimine engel olma çabalarını, Malatya halkının boşa çıkaracağını ümit ediyorum…

19 Aralık 2016 Pazartesi

EDEN BULUR




Abbasi Halifelerinden Harun Reşit, sarayının bahçesindeki bir gülfidanını çok beğenir. Yaprağı, kokusu, görünüşüyle dikkatini çeken gülü özel bakıma alması için bahçıvana emir verir.

Bahçıvan üzerine titremeye başlar gülün. Ne var ki, “sakınan göze çöp batar” derler ya, aynen öyle olur. Bir sabah bahçıvan gelip bakar ki, gülün dalına konan bülbül, gülün yapraklarını gagalayarak yere düşürmüş. Tek yaprak bırakmamış gülde.

Endişeyle koşar halifeye: “Sultanım, üzerine titrediğiniz gülün yapraklarını bir bülbül gagalayarak yere dökmüş, tek yaprak bırakmamış gülde.”

Harun Reşit, sakin bir şekilde cevap verir: “Üzülme efendi üzülme, bülbülün yaptığı yanına kalmaz!..”

Rahat bir nefes alan bahçıvan işine döner. Bir gün bakar ki, bir yılan yaprakları düşüren bülbülü yakalamış, yutmak üzere otların arasından kayıp gidiyor.

Heyecanla yine halifeye gelir: “Sultanım, bülbülü bir yılan yakalamış, yutarken gördüm…”
Sultan yine sakin: “Merak etme efendi, yılanın yaptığı da yanına kalmaz!..”

Bahçıvan yine işine döner… Bir ara bahçede çalışırken otların arasında yılanı görür. Hemen elindeki küreğiyle darbe üstüne darbe indirerek yılanı orada öldürür. Sevinçle halifeye durumu anlatır.

Harun Reşit, “Bekle efendi bekle” der, “Senin de  yaptığın yanına kar kalmaz!..”

 Nitekim çok geçmez bahçıvan hata üstüne hata yapar ve halife zindana atılması emrini verir. Yaka paça zindana götürülürken bahçıvan halifeye döner:

“Sultanım” der, “bülbülün yaptığı yanına kalmaz” dediniz, onu yılan yuttu. “Yılanın yaptığı yanına kalmaz”, dediniz onu da ben öldürdüm. Şimdi benim yaptığım da yanıma kar kalmıyor, sen zindana attırıyorsun. Kimsenin yaptığı yanına kar kalmıyor da senin yaptığın yanına kar mı kalacak? Elbet bir gün sana da hesap soracak biri çıkacak, O ki; “kimsenin yaptığı yanına kar kalmıyor” öyle ise gel bunu bana yapma ki, başkası da sana yapmasın!..”

Harun Reşit; “doğru söyledin bahçıvan”, diyerek bahçıvanın salıverilmesini, çiçekleri sulamaya devam etsini talimat verir.

Evet, hiç kimsenin yaptığı yanına kalmaz.

Herkes yaptığının karşılığını görecektir. Yaptıklarının karşılığını bu dünyada görmese bile , misliyle ahirette ödemeye tehir edilir. Ne var ki, gafil insanlar bunun farkına varamaz, yaptıklarını  yanına kar kaldı sanır.

Kur’an-ı Kerimde Rabbimiz: “Sakın, Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Allah, onları ancak gözlerin dehşetle bakakalacağı bir güne erteliyor.” (İbrahim/42) der.
Dünyanın dört bir tarafında mazlumların kanı akıtılıyor ve maalesef -bu sözüm ona- Müslüman idareciler eliyle oluyor. Kendi iktidarlarının bekası için binlerce Müslüman’ı katletmekten çekinmiyorlar. Batı ile işbirliği içerisinde olan bu zalimler miatları dolduğu zaman efendileri tarafından iktidardan uzaklaştırılıyorlar.

ABD’nin verdiği kimyasal silahları Halepçe’ye atarak binlerce insanı katleden Saddam Hüseyin aynı güç tarafından aşağılanarak idam sehpasında sallandırılmadı mı?
Bugün Esed’i destekleyen şer güçler, yarın desteğini çektiğinde sonu Libya lideri Kaddafi gibi olmayacak mı?

Hendek sahiplerini andıran bir zulüm ile kendi halkını yakan bir zihniyet muhakkak ki kendi yaktıkları ateş çukurunda boğulup gidecektir.

Allah da öyle buyurmuyor mu; “İşte biz, işledikleri günahlardan ötürü, zalimlerden kimini kimine musallat ederiz.” (Enam Sûresi/ayet 129) Hadis olarak rivayet edilen bir sözde şöyle buyruluyor: “Zalim, yeryüzünde Allah’ın adaletidir. Allah onunla (başkalarından) intikam alır. Sonra (döner), ondan da intikamını alır.” (Keşfu’l-Hafâ, 2-64)

Allahım sen bizim elimizle zalimlerden intikam al, bizim ellerimizle onları zelil et. Muhakkak ki "Mazlumun intikamı Zalimin Zulmünden Şiddetli Olacaktır..."

“BİZLER DAVETÇİYİZ, KADI DEĞİL”




Üstad Seyyid Kutup tekfir hastalığına yakalanmış kardeşlerine şöyle demişti: “Bizler davetçiyiz, kadı değil”

Tekfir hastalığı nedir ve ne zaman ortaya çıkmıştır?

Tekfir; Müslüman olarak bilinen bir kimsenin Tevhid akidesine aykırı inanç, söz ve fiillerinden dolayı küfrüne hükmedilmesi demektir. Yani o kimseye “kâfir” demektir. Tekfirin şartları oluşup, engelleri tamamen ortadan kalktığı bir durumda küfür hükmünü vermek zaruridir. Allah’ın dinine göre kâfire “kâfir”, Müslümana da “Müslüman” demek farzdır. Kâfir’e “kâfir” demek hakaret değil, bir durum tespitidir.

Tekfirciliğin ortaya çıkışı,  Hz.Ali dönemine kadar dayanır. Bu fitneyi ümmetin başına Hariciler bela ettiler. Hz.Ali ile Muâviye arasında gerçekleşen Sıffîn Savaşı’nda daha fazla Müslüman kanı akıtılmaması için iki taraf hakem seçip aralarında ortak bir anlaşmaya varmaya karar verdiler (H. 37). Hz.Ali’nin hakemi Ebû Musa el-Eş’ari, Muâviye’nin hakemi ise Amr b. El-Ass idi. Ancak Hariciler “Hüküm ancak Allah’ındır” (En’âm:57, Yûsuf:40, 67) diyerek hakemin hükmünü isteyenleri tekfir ettiler. Görünüşte Kur’an’a uyuyorlar gibi gözüken Haricilerin asıl amaçları fitne ,fesat çıkarmaktı.

Görülüyor ki, hileyle sonuçlanan bu olaydan sonra; Hz. Ali’yi hakeme gitmeye zorlayan bir grup, onu hakeme başvurduğu için büyük günah işlemekle itham edip, küfre girdiğini ve tevbe etmesi gerektiğini söylediler. Hz.Ali’nin dinden çıktığını düşünen bu bid’atçı hareket, bedevilerin de katılımıyla güçlendi ve Nehrevan Savaşı’na yol açtı. Bu savaşta Hariciler, tarih sahnesine çıkmış ve İslam tarihinde ilk ayrılıklar baş göstermiştir. Ümmet; Sünnî, Şiî ve Harici olmak üzere üçe bölünmüştür

Buna rağmen,  Hz. Ali ve diğer sahabeler haricileri tekfir etmemiş, arkalarında namaz kılmışlardır.
Hakim b. Cabir’den şöyle rivayet edilir:

Ali'ye soruldu:

“Onlar müşrik mi idiler?”

Hz. Ali: “Onlar şirkten kaçtılar.”

“Peki, Münafık mı idiler?”

Hz. Ali: “Münafıklar Allah’ı çok az zikrederler.”

“Peki, o zaman ne idiler?”

Hz. Ali: “Bizimle harp eden bir gurup. Biz de onlarla harp ettik. Bize karşı savaştılar, biz de savaştık.” diye cevap vermiştir.

Maalesef bu son günlerde, ilimden ve irfandan yoksun hızlı mücahitler! Yoğun bir şekilde bu hastalığa duçar olmuş bir haldeler...

Kendi mezhebine, imamına uymayan görüşleri ve görüş sahiplerini "kâfirlikle" suçlama cüretkârlığını gösteren öyle insanlar türedi ki ortalıktan bu tür insandan geçilmiyor. Sözüm özellikle de sanal ortamda, klavye mücahitlerinedir… İslam’a yıllarca hizmet etmiş, bedel ödemiş, ümmetin yıldızlarına acımasızca hakaret eden bu güruhu Allah’a havale ediyorum. 

Zira ‘tekfir hastalığı’na yakalanan bu Müslümanlar için öncelik İslam’ın birliği ve güçlenmesinden ziyade, cemaatinin düşüncesi ve diğer Müslümanlarla yaptığı münazaralarda haklı çıkma sevdası hep ön plana çıkmaktadır. Hâlbuki yüce Allah bize şöyle buyurmaktadır:

“Allah’a (c.c) ve Resulüne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin. Yoksa çözülüp yılgınlaşırsınız da gücünüz gider. Sabredin şüphesiz Allah (c.c) sabredenlerle beraberdir.” (Enfal 46) Ve “hepiniz Allah’ın (c.c) ipine sımsıkı sarılınız ve bir birinizden ayrılmayınız.” Ve “Allah’ü (c.c) teala kalplerinizi birleştirdi de onun nimeti sebebiyle kardeş oluverdiniz.” (Ali İmran 103)

Allah (c.c) müminlerin birbirlerine, şefkat ve merhametle yaklaşmalarını emretmişken, bölük pörçük olmalarını men etmişken, sırf cemiyetçilik taassubu ve dünyevi arzulardan ötürü içinde yer aldığımız fırkanın mensuplarını dost bilip diğerlerini ötekileştirip düşman ilan edip tekfir etme basitliğine düşmek gaflettir, dalalettir.

Bu hususta Rabbimiz Allah (c.c);  “Ey iman edenler! Allah’u (c.c) teala’nın yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi anlayın dinleyin ve size selam veren kimseye, dünya hayatının fani metaını arayarak sen mü’min değilsin demeyiniz.” (Nisa 94) buyurmaktadır. 
Kurtubi Tefsirinde (7/6128);  “Bir kâfir imanı küfre tercih etmediği müddetçe nasıl ki mü’min olamazsa, mü’minde küfrü kast etmediği ve küfrü tercih etmediği müddetçe , kâfir olmaz.”  diyor…
Çünkü bu hastalık vahdeti parçalıyor, Müslümanları birbirine düşürüyor, usulüne göre tenkit ve düzeltme kapısını da kapatıyor. Oysaki yorum ve ictihad farklılıkları, bizlerin aynı safta olmasını engellememelidir. Bu nedenle tekfir hastalığı yüzyıllardır İslâm toplumlarının birleşmelerinin önünde ki en büyük engel ve fısk-fücur olarak durmaktadır.
Ebû Zer’den Rasûlullah’ın şöyle buyurduğu rivayet edilir: “Kim bir kimseyi ‘kâfir’ diye çağırırsa veya ‘Allah düşmanı’ derse; bu şahıs dediği gibi değilse, sözü kendi aleyhine döner.”

İbn Ömer de Resûlullah’ın şöyle buyurduğu rivayet eder: 

“Bir kimse kardeşine ‘Ey Kâfir’ derse; bu sözle ikisinden biri küfre döner. Eğer dediği gibi ise küfür onda kalır, değilse söyleyene döner.”

Hem kimsenin elinde imanometre yok ki, şu iman etmiş, şu iman etmemiş diyebilsinler… Kimin iman edip etmediği ancak kıyamet günü Rabbimizin bize bildirmesiyle öğrenilir. Bizler iman etmekle, şirk koşmamakla ve küfürden sakınmakla mükellefiz; bu konularda kusurlu olanları bilmemekten mesul değiliz!

Son olarak , şiarımız şu olmalıdır: "ittifak ettiğimiz konularda kardeşlerimizle yardımlaşma içerisinde olmalı; ihtilaf ettiğimiz konularda birbirimizi mazur görmeliyiz"