13 Mart 2017 Pazartesi

TARİHE NASIL BAKMALI / Abdulsamet PELEN



Tarih yaşanmış geçmiş ya da geçmişi inceleyen sosyal bir bilim dalı olarak insanların merakını her daim celp etmiştir.

Tarih, bizde genelde övgü ve sövgü üzerinden yazılmakta ve anlatılmaktadır. Bir kısım tarihçiler II. Abdülhamid’i “gök sultan” olarak anlatırken bir kısmı ise onu “kızıl sultan” olarak anlatmaktadır. Şüphesiz ki bu bakış açısı “tarih yoktur, tarihçi vardır” sözünü haklı kılmaktadır çünkü tarihi olaylar tarihçilerin zihinlerinden bize yansıyanlardan başka bir şey değildir. Bu durumda ne kadar tarihçi varsa o kadar da bakış açısı olduğu gerçeği ortaya çıkmaktadır ki bu ise tarihi tamamen bir keşmekeşe döndürmektedir.

Peki, bir Müslüman olarak bizler tarihe nasıl bakmalıyız?

İslam’ın tarihe nasıl baktığını anlayabilmek için tarihin öznesi olan insanı, İslam’ın nasıl tanımladığına bakmak gerekir.

Batının indirgemeci bir yaklaşımla insanı konuşan, alet yapan, düşünen hayvana indirgemesine karşın İslam insanı, “yeryüzünde ne varsa hepsini insan emrine sunmuştur” bununla birlikte insan dilediğini yapabilecek bir hürriyete de sahip değildir.   İnsan ve cinler diğer yaratılmışlardan farklı olarak akıl ve irade ile yaratılmışlar ve bunun neticesinde vahye muhatap olarak yaptıkları eylemlerden sorumlu tutulmuşlardır. İnsanın irade sahibi olup halife olarak görevlendirilmesi, insanlık sahnesinde alacağı rol ile yaratılmışların en üstünü ya da aşağıların aşağısı olma yoluna girmesi tevhit ve şirk mücadelesini de başlatmıştır.

Bu mücadelede nesne değil, özne olmak isteyen; beşer değil insan olarak hayat sahnesinde rol alıp geleceği inşa etmeye aday İslami hareketlerin sağlam bir gelecek kurmalarının yolu sağlıklı bir geçmiş tasavvuruna sahip olmaktan geçer. Sağlıklı bir geçmiş tasavvuruna sahip olan insan tarihin hapsedici özelliğinden, ona saplanıp kalmaktan korunmuş olur. Tarihin bu hapsedici özelliğini Kur’an birçok ayette şu şekilde ifade etmektedir. Onlara bir uyarıcı geldiğinde… Bize atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey yeter derler… Yani atalarından gördüklerini/duyduklarını hakikat sanıp hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadıkları, ezberlerin peşinde koşarlar ve bu ezberleri kutsarlar…

Tarihin ana eksenini şüphesiz hak-batıl mücadelesi oluşturur ve bu mücadelenin temeli Âdem’in iki oğluna yani Habil ve Kabile uzanır. Onların vahiy karşısındaki tutumları tarihin ilk kırılma noktasını/ kutuplaşmayı beraberinde getirmiştir. Kabilin hakkına razı olmaması Allah’ın koymuş olduğu sınırları aşması sonucu yeryüzünde ilk kan dökülmüş ve böylece yeryüzü ifsat olmaya başlamıştır. Bu bozulmaya son vermek için Allah birçok peygamber göndermiştir ( bir rivayete göre 124.000). Vahiy cephesinde peygamberlerin yanında saf tutanlar yücelirken tuğyanda (haddi aşmada) ısrar edenler helak olarak tarihin derinliklerine gömülmüşlerdir.

İnsan ve vahiy dışında, doğru bir tarih algısının oluşmasında olmazsa olmazlarımızdan biride şüphesiz ki olaylara eleştirel bir bakış açısıyla yaklaşmamızdır. Vahiy, tevhit mücadelesinde aktör konumunda olan peygamberlerin de hata yapabileceği gerçeğine dikkat çekerek tarihi sorgulamayı kutsamamayı bize öğretmiştir. Örneğin Hz. Âdem’in yasak meyveden yemesi, Yunus peygamberin mücadele alanını terk etmesi, Resulullah’ı Abese suresinde uyarması vs. sayılabilir.
Solcuların tarihi döngüsel olarak, Hristiyanların ise çizgisel olarak açıklamasına karşın İslam tarihin inişli ve çıkışlı bir serüvene sahip olduğu gerçeğine dikkat çeker. Bu iniş ve çıkışlarında, toplumların vahye uyup uymamalarıyla ilişkili olduğunu ifade eder. “Bir kavim kendi özünde olanı değiştirmedikçe Allah o toplumu değiştirmez” diyerek tarihin öznesi olmanın, vahyin ışığında mümkün olacağını bize öğretir.     

Her ideoloji kendine tarihten yer arar ve kendini oraya bağlama gereği duyar. İslam’da, mesajını insanlara ulaştırırken, bu davada ilk ve yalnız olmadıkları, davanın insanlık tarihi kadar eski olduğu gerçeğine dikkat çeker.(Ahkaf suresi/9) Yahudilerin kendilerini Hz. İbrahim’e nispet etmelerini de eleştirir. Öyleyse Müslümanların hak-batıl mücadelesinin tarihi seyrini iyi tahlil etmeleri, bu mücadelenin her devirde benzerlikler arz ettiğini görerek, geleceği bu bilinçle inşa etmeleri gerekir.
Tarih önceden belirlenmiş bir senaryo değildir. İlerlemek ve gerilemek toplumların vahye karşı duruşlarıyla alakalıdır. Kalk ve uyar! Emrini alıp hareket halinde olanlar ancak geleceği inşa edebilirler. Mehdi bekleyenlerin, işi başkalarına atanların, Reis nasıl olsa bu işleri halleder diyenlerin ise tarihi inşa etmeleri beklenemez.

Geçmişi doğru anlayarak, geleceği inşa etmeye aday kesimlerin Kur’an kıssalarını iyi anlamaları gerekir. Bu kıssaları Mekkeli müşriklerin eskilerin masalları olarak nitelemesi gibi değil, aksine Hz. Âdem’den, Hz. Muhammed’e (a.s) ve oradan da kıyamete dek sürecek bir mücadele safhası olarak görmeli ve kendini buna göre konumlandırmaları gerekir.

Kuran kıssalarının amacı bize tarihi malumat vermek değildir. İbrahim-Nemrut ve Musa-firavun kıssaları egemen güçlerle mücadele fıkhını, Bahçe Sahipleri kıssasında mülk ile olan ilişkimizi, Ashab-ı Kehf kıssasında ise iman ve samimiyeti, Salih Kul kıssasında birlikte yola çıkma fıkhını yani yol arkadaşlığını, Yusuf kıssasında kardeşleri tarafından kuyaya atılan birinin iktidarı ele geçirdiğinde nasıl tavır sergilemesi gerektiği mesajları verilir.
Tarihi süreç, geleceğe emin adımlarla yürümemize vesile olduğu gibi bireysel arınma ve şahsiyetin inşası sürecini de içerir.

Toparlayacak olursak; insan-vahiy ilişkisi inançlarımızı ve bu inançlarımız davranışlarımıza yön verir. Davranış biçimlerimiz olayları, olaylar ise zaman içerisinde olguları oluşturur. Tarihi süreci anlamak ise insan davranışlarına yön veren temel etkenleri bilmekle mümkündür. Vahiy anlaşılırsa, onun inşa ettiği/etmek istediği toplumun parametreleri de anlaşılmış olur. Bu parametreler ile geçmişte iz sürülebilir ve geçmişle gelecek arasında sağlıklı bir köprü kurulabilir.

25 Şubat 2017 Cumartesi

HOCALI KATLİAMI /Samet PELEN


“...Kim bir nefsi, bir başka nefse ya da yeryüzündeki bir fesada karşılık olmaksızın (haksız yere) öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu (öldürülmesine engel olarak) diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur. Andolsun, elçilerimiz onlara apaçık belgelerle gelmişlerdir. Sonra bunun ardından onlardan birçoğu yeryüzünde ölçüyü taşıranlardır.”[MaideSuresi,32.Ayet]

Tüm dinlerde masum insanların katledilmesi, insanlığın yok edilmesine eşdeğer bir günah olarak kabul edilmiştir ve her birimiz Allah ve insanlık karşısında adaletin sağlanması adına sorumluyuz.

Dün olduğu gibi bugün de, Dünyanın büyük  sahnesinde ve sahnelenecek oyunda, karanlık  güçler figüran  bulmakta  hiç  zorlanmadılar. Bazı devletlerin ve milletlerin  oynayacakları  roller yüzyıllarca önce  biçilmiş, ya da  zorla  verilmiştir. Bizim coğrafyamız da rol verilen milletlere baktığımızda Ermenileri, İsrail’i ve Yunanlıları görürüz. Dünyadaki fitne ve fesadın merkezleri bilinirken biz doğulu halklar, hep bu üç figürana kızıp dururuz. Bu yazımda, bu figüranlardan biri olan Ermenilerin yapmış olduğu Hocalı katliamını insanlığa hatırlatmış olacağız.

26 Şubat Hocalı Katliamı’nın yıldönümü. Ne olmuştu Hocalı ‘da? Yatıp kalkıp 'Ermeni soykırımı' diyenler hatırlamakta zorlanabilir ama biz unutmadık unutma ya da niyetimiz yok! Bu gün İslam düşmanlığı yapanların, dünyayı kandırmaya çalışanların hile, tuzak ve iğfalleri fark edilerek oyunlarının bozulması milli, tarihi ve insani bir görevdir.

1992 yılında 25 Şubat'ı, 26 Şubat'a bağlayan gecede Hocalıda yapılan katliamın sadece Türk milletine değil insanlık âlemine yapılmış bir suç olduğu gerçeğinden yola çıkarak o gece nelerin yaşandığını hatırlamaya çalışalım.

Ermeni güçlerinin 1991'in sonlarına doğru ablukaya aldığı Hocalı, 936 kilometrekarelik alana sahip, 2605 ailenin, toplam 11 bin 356 kişinin yaşadığı bir kasabaydı. Aralık 1991'de Karabağ'ın başkenti olarak kabul edilen Hankendi şehrini işgal eden Ermenilerin bir sonraki hedefi, bölgenin tek havaalanına sahip ve stratejik önem taşıyan Hocalı'yı ele geçirmekti.

Hocalı'nın etrafındaki bütün köy ve yolları tek tek ele geçiren Ermeni güçleri, kasabanın diğer illerle karayolu bağlantısını kesti. Hocalı'nın diğer bölgelerle tek bağlantısı olan helikopter ulaşımı, 28 Ocak 1992'de Şuşa Ağdam seferini yapan helikopterin Ermeniler tarafından vurulmasıyla ortadan kalktı. Bu olayda çoğunluğu kadın ve çocuklardan oluşan 44 sivil hayatını kaybetti.

Ocak ayının başlarından itibaren elektrik enerjisi de kesilen Hocalı'nın savunması sadece hafif silahlara sahip yerel savunma güçleri ve az sayıdaki milli ordu askerinden ibaretti. 25 Şubat 1992'den itibaren Hocalı'ya saldırıya başlayan Ermeniler, bölgede bulunan Sovyet ordusuna bağlı 366. Zırhlı Alayı'nın bütün araçlarını kullanarak şehri iki saat boyunca top ve tank ateşine tuttu. Saldırıdan bir gün sonra ise hafızalardan yıllarca silinmeyecek olan "Hocalı katliamı" ortaya çıktı.

Resmi verilere göre, Hocalı katliamında savunmasız durumdaki 106'sı kadın, 83'ü çocuk olmak üzere toplam 613 Azerbaycan vatandaşı hayatını kaybetti. Katliamdan 487 kişi ağır yaralı olarak kurtulurken, Ermeni güçleri 1275 kişiyi rehin aldı. Bunlardan 150'sinden haber alınamadı. Esirler yıllarca uluslararası kurumlardan gizli olarak köle gibi çalıştırıldı. Hatta esir kadınların fuhşa zorlandığı haberleri alındı…

Tarihi, ansiklopedik bilgileri uzatmak mümkün.  Bir köşe yazısının boyutlarını zorlamamak adına bu kadar ile iktifa edelim.

Şüphesiz Hocalı stratejik bir amaç olmaktan ziyade, bir öç alma eylemiydi.(Tıpkı soy ismi Öcalan olup, bebek katili olarak anılan birinin, Kürtlerden; sözüm ona, katledilen Ermenilerin öcünü alması gibi!) Hocalıda yaşananlar insanlık tarihi için büyük bir utanç, uluslararası hukuka göre, insanlığa karşı işlenmiş suç kapsamındadır. Bu katliam, insanlığın bugün ve gelecekte dersler çıkartması ve bugüne kadar gösterdiği  /gösteremediği tepki konusunda bir vicdan muhasebesi yapması gereken önemli bir olaydır.  Bu katliamın kurbanlarının çektikleri acıların tüm dünya halkları tarafından anlaşılması gerekmektedir.

Bu ve benzeri katliamların bir daha yaşanmaması için; Yeni neslin tarih bilincinden, milli ruh ve heyecandan yoksun bırakılmaması gerekir. Batının yürüdüğü yollara ayak basalı, kendi yürüyüşümüzü yeni nesillere unutturduk. Öyle ki geriye dönüp baktığımızda tarihteki izlerimizin silindiğini bir milletin hafızasının formatlandığını gördük! Yabancı kafasıyla bakmaya ve düşünmeye başladık ve böylece mazlumu zalim, zalimi mazlum gördük!

Geleceğinden emin, kendine güvenen, kimliğini bilen, yaşadığı coğrafyanın farkında olan gençlerimiz bu milletin geleceğidir şüphesiz. Milli kimliğimizi ve bilincimizi yaşatmak, düşman oyunlarına fırsat vermemek için millet olarak birliktelikle diriliş ve direnişe geçmeliyiz!

Bugün de İslam dünyasında süregelen, Şahit olduğumuz katliamlar var. Ortadoğu kan ağlıyor, İslam dünyası perişan. Mısır, Irak, Suriye, Myanmar ve Doğu Türkistan'dan, her gün katliam, gözyaşı haberleri geliyor. Ne yazık ki uluslararası medya kuruluşları, Suriye, Mısır, Myanmar ve Doğu Türkistan'da akan kanı görmüyor, görmek istemiyor ve Üç maymunu oynuyorlar.


Ayaklarımızın sağlam basabilmesi için geçmişte yaşananları iyi bilmemiz gerekir. Yalanı üretmek için büyük çaba gerekmiyor. Asıl zor olan yalanı teşhir etmek, yalancıların ipliğini pazara çıkarmaktır. Hocalı, bu yüzden çok önemlidir. 


24 Şubat 2017 Cuma

MİSAK-I MİLLİ NERESİDİR! / Samet PELEN



Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Musul harekâtı öncesi yapmış olduğu açıklamada 'Misak-ı Millîyi anlarsak Musul'u da anlarız' Yeni nesile bunu anlatmak en önemli görevlerimizdendir" demesi, misakı millî neresidir ve biz misakı millinin neresindeyiz tartışmasını da beraberinde getirdi.

Misak-ı Millî (Milli Yemin) Kurtuluş Savaşı'nın siyasi manifestosu olan altı maddelik bildirinin adıdır. İstanbul'da toplanan son Osmanlı Mebusan Meclisi tarafından 28 Ocak 1920'de oy birliği ile kabul edilmiş ve 17 Şubat'ta kamuoyuna açıklanmıştır. Bir kesim Misak-ı Milli Beyannamesi‘ni kutsal bir metin mertebesinde görse de, aslında söz konusu olan gerçeklikten çok bir söylemdi.

Misak-ı millî ’de ki milli kelimesi milletle ilgili, millete ait anlamındadır ama oradaki millet bu günkü ulus anlamında değildi. Misak da sözleşme anlamını içeriyor. Misak-ı Millîden anlaşılan da millet sözleşmesi olabilir. Çoğulu milel olan milletin Osmanlı iktidar sisteminde ifade ettiği anlam bu günkünden farklı olarak, “bir dine, bir inanca mensup olan topluluğu” ifade ediyordu. Osmanlı sisteminde bir topluluk eğer farklı dine mensupsa farklı bir millet kabul ediliyordu. Dolayısıyla milli sözleşme İslam halkları arasında birlikte yaşama iradesini ifade ediyordu.

Osmanlı İmparatorluğunun İtilaf devletlerine karşı savaşa katıldığı tarih olan 1914 yılında imparatorluğun nüfuz alanındaki topraklar yaklaşık 5 milyon kilometre kare idi. Resmi tarih tarafından büyük bir başarı sayılan Lozan Barış Antlaşması imzalandığındaysa yaklaşık 800 bin kilometre kareydi. İmparatorluk topraklarının ve nüfuz alanlarının nerdeyse % 85′i kaybedilmişti. Nüfus 13 milyondu bunun 8,5 milyonu kadın 1,5 -2 milyonu çocuk geri kalanı ise savaş artığıydı yani sakat gazilerden oluşuyordu. Bir arada yaşamaları öngörülen halkların yaşadığı coğrafyalar ise itilaf devletlerinin işgali altındaydı.

İşte bu şartlar içerisinde toplanan Osmanlı mebussan meclisi tarafından kabul edilen misakı millîde sınırlar şu şekilde ifade edilmişti.  “Osmanlı Devleti’nin 30 Ekim 1918 günlü mütarekenin yapıldığı sırada düşman ordularının işgali altında kalan ve Arap çoğunluğunun oturduğu kısımların kaderi halklarının özgürce verecekleri oylara göre belirlenmek gerektiğinden, sözü edilen mütareke hattı dahilinde ve haricinde, dinen, ırken ve emelen bir olan ve birbirlerine karşılıklı saygı ve fedakârlık duyguları taşıyan, sosyal bakımdan uyum içinde bulunan Osmanlı İslam çoğunluğunun oturduğu bölgelerin tümü fiilen ve hükmen ve hiçbir sebeple ayrılamaz bir bütündür” diyerek esasında bir sınır çizmiyor aksine birçok çelişki içeren bu madde ile belirsiz bir sınır ortaya konuluyordu.

Metinde yer alan mütareke dâhilinde ve haricinde ifadesi sınır sorununu bütünüyle belirsizleştiriyor, ülke sınırları belirsiz hale getiriyordu. Eğer bu ifade dikkate alınırsa ki, alınmak zorundadır, sınırların nereden geçtiğinin/geçeceğinin belirsiz bir hal alması bir yana, halk oylaması yapılması istenen Arabistan, Batum ve Batı Trakya’da halk oylamasına gidilmemiş;  Misakı millîde olması gereken Musul sonraki dönemde İngilizlere bırakılmıştır. Dolayısıyla metne sadık kalınmamıştır.

Aynı şekilde Lozan’da çizilen sınırlar beyannamede sözü edilen; “dinen, ırken ve emelen bir olan ve birbirlerine karşılıklı saygı ve fedakârlık duyguları taşıyan, sosyal bakımdan uyum içinde bulunan Osmanlı İslam çoğunluğunun oturduğu bölgelerin tümü fiilen ve hükmen hiçbir sebeple ayrılamaz” deniyor denmesine ama sadece dinen ve emelen, ırken ve sosyal bakımdan uyum içinde olanlar coğrafik olarak parçalanması biryana, insanlar ailelere varıncaya kadar parçalanıyor. Suriye sınırında yakın zamana kadar bayramlarda yaşanan bu trajik durum halen hafızalarımızda tazeliğini koruyor. Kürt nüfusunun yaşadığı coğrafya Türkiye, ırak, İran ve Suriye arasında parçalanıp birbirine kırdırılıyor ve yabancılaştırılıyor. Ya da emperyalistler tarafından zikredilen ülkelere karşı bir denge unsuru olarak kullanılıyor.

Yüzlerce yıl, kahır ekseriyeti Türk, Arap, Fars ve Kürt olan kadim halklar birbirlerine düşman edilmiş ve bu milletlerden devşirilen kadrolarla bu düşmanlık derinleştirilmiştir. Resmi tarihin yalanlarıyla Araplar Osmanlıyı arkadan vuran hain; Kürtler ise şeyh isyanından bugüne kadar, İngilizlerle işbirliği yapan terörün kaynağı ve yaşamaya hakkı bile olmayan bir cüzzamlı ilan edilerek ‘ya sev ya terk et’ denilmiştir. Kardeşler birbiriyle uğraşırken syces-picot anlaşması gereği  coğrafya emperyalistler tarafından pay edilerek her yönüyle sömürülmüşlerdir.
Günümüzde geçmişe nazaran bir nebze olsun şuurlu olan ve kendi içindeki problemleri konuşmaya başlayan halkların bu çabaları emperyalistler tarafından başarısız kılınmaya ve Büyük Ortadoğu projesiyle nüfuz alanları yeniden belirlenmeye çalışılmaktadır. Ve bu halklar arasında yüzyıllar sürecek yeni problemler yaratılmaktadır.

Arap baharı ile bin yıldır tarihi arkasından sürükleyen son yüzyılda ise emperyalistler tarafından durdurulduğu düşünülen Türkiye’nin kuşatılması süreci yaşanmış fakat Türkiye kadim devlet aklıyla hareket ederek bu hamleyi 15 Temmuz FETÖ Darbesine karşı, sivil darbeyle ve arkasından Fırat kalkanı harekâtıyla boşa çıkarmıştır.

Sayın cumhurbaşkanımız Erdoğan’ın açıklamaları günümüzde misak-ı millinin nasıl anlaşılması gerektiğini göstermesi açısından önemlidir. Erdoğan’ın yapmış olduğu açıklama şöyleydi: "Birileri bize 'Irak, Suriye, Gürcistan, Kırım, Karabağ, Azerbaycan, Balkanlarla, Kuzey Afrika ile niye ilgileniyorsunuz?' diye soruyor. Kimse binlerce kilometre uzaktan gelip burnumuzun dibinde faaliyet gösteren ülkelere aynı cesaret ve yüksek sesle, 'Siz burada ne arıyorsunuz?' demiyor. Bize ne aradığımız sorulan yerlerin hiçbiri bize yabancı değil. Rize'yi Batum'dan ayırmak mümkün mü? Edirne'yi Selanik'ten nasıl ayrı düşünebiliriz? Gaziantep'le Halep'i, Mardin'le Haseki'yi, Siirt'le Musul'u nasıl birbirleri ile ilgili olmayan yerler olarak kabul edebiliriz? Hatay'dan çıkın, Fas'a kadar uğradığınız her Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkesinde bizden bir şeyler mutlaka görebilirsiniz. Trakya'dan Doğu Avrupa'ya kadar olan coğrafyada attığınız her adımda ecdadın izlerinden birine mutlaka rastlarsınız. Tarih kitaplarında Misak-ı Milli'yi okuyoruz. Eğer Misak-ı Milli diye bir derdimiz varsa kusura bakmayın. O zaman bu soruyu kendi içimizde birbirimize soramayız. Tam aksine, 'burada üzerimize düşen görevler var' demek durumundayız. İşin gerçeği bu. Aynı dili konuştuğumuz, aynı kültürü paylaştığımız Gazze'yi Sibirya'ya kadar kendimizden ayrı düşünebilmemiz için aslımızı inkâr etmemiz lazım. Bizim kültürümüzde aslını inkar eden haramzadedir. Onun için Irak, Suriye, Libya, Kırım, Karabağ, Bosna ve diğer kardeş ülkelerle ilgilenmek bizim görevimiz ve hakkımızdır. Bunlardan vazgeçtiğimiz gün istiklalimizden ve istikbalimizden vazgeçtiğimiz gündür. Bizim buna hakkımız olmadığı gibi milletimizde böyle bir duruma asla rıza göstermez."
İşte Bizim misak-ı milliden anlamamız gereken ve gençlere anlatmamız gereken tamda budur. Misakı milli bir sınır tanımlaması olmaktan ziyade bir kültür çevresi olarak tüm Müslim ve gayrı Müslim halkları kucaklamak olmalıdır. Öncelikle zihinlerdeki sınırların aşılması önemlidir bunu başarabilirsek fiziki kavuşma arkasından gelecektir.


Son söz olarak, Ünlü sosyolog Cemil Meriç “Bizde fikir ormanda uyuyan güzeldir, kendisini uyandıracak prensi bekliyor.” diyor. Uyanacağımız yeniden millet olacağımız günlerin yakın olması dileğiyle…

http://www.malatyam.com/Ky-2171-Misak-i-Milli-neresidir.html

16 Şubat 2017 Perşembe

Her Devrin Muhalifi: Lütfi Fikri Bey

Giriş

Osmanlı Devleti tarihi incelenirken Tanzimat Fermanı’na büyük önem atfedilir. Zira Tanzimat tarih, siyaset, toplumsal yapı, edebiyat, müzik, mimari, plastik sanatlar gibi birçok alanda etkilere sebep olan bir kırılma noktasıdır. Bu tarihten sonra incelenen her olayın, mefhumun, fikri hareketlerin vs. Tanzimat’tan gelen bir kökü, bir arazı olduğu hep tahayyül ve tevehhüm edilmiştir. Bu zanlar kimi zaman abartı arz etse de, genel olarak doğruluk payı da yüksek olan zanlardır. Bu bağlamda, ben de Lütfi Fikri Bey’in hayatını incelemeye girişmeden önce, muhtasar bir şekilde, Tanzimat’tan 2. Meşrutiyet’e doğru bir hızlı yolculuk yapmak istiyorum.

Tanzimat Fermanı ardından teknik alanda daha önce başlayan Batılılaşma hareketleri artık çok daha şümullü bir hale gelmiş oluyor ve ülke yoğun bir Batılılaşma devresine artık tamamen girmiş oluyordu. Her siyasi, sosyal, hukuki kurum bu değişim rüzgârından etkileniyor, ülkedeki her sütunun temeli heyecanlı etütlere maruz kalıyordu. Teknik, müzik, mimari gibi bazı alanlardaki üstünlüğü kabul edilip, rahle-i tedrisine oturulan Batı ile artık çok yönlü ve hakiki bir karşılaşmaya gidiliyor, onun etkileri daha da nüfuzlu oluyordu.

Tanzimat sonrası yıllarda oluşmaya başlayan siyasi hareketler, genel olarak Fransa’ya okumaya gönderilen gençlerle ülkeye giren, Fransız Devrimi ve Aydınlanma ideali çerçevesinde şekillenen som Batılılaşmacı bir yapı arz ediyordu. Daha sonra Devlet içinde Mithat Paşa gibi bürokratlar ile de teşrik-i mesai eden bu gençlerden müteşekkil hareket, 1. Meşrutiyet’i ilan ettirmeyi başarıyor, fakat bu sefer de patlayan 93 Harbi’ni bahane ederek meclisi fesh eden 2. Abdülhamit’e tosluyordu. Daha sonra siyasi hareket İttihad-ı Osmani oluyor, çeşitli muhalefet merkezi şehirlerde neşir faaliyetlerine devam ediyordu.  Ardından Paris’te toplanan örgüt, İttihad ve Terakki adını alıyor, Türk siyasi tarihindeki en önemli fenomenlerden biri olmaya doğru evriliyordu. Neşir faaliyetlerine çeteleşme faaliyetleri de ekleniyor, özellikle ordu mahfelerinde yer altı silahlı örgütlenme sağlanıyordu(1-S.30-50).

İttihad ve Terakki Cemiyeti faaliyetlerinde başarılı oluyor, 2. Meşrutiyet’i ilan ettiriyordu. Bu başarısı ona, meşrutiyetin banisi olma imajını kazandırıyordu. Ardından gelen 31 Mart Vakası, Bab-ı Ali Baskını, Sopalı Seçimler gibi kritik dönemler ile birlikte iktidarı pekişiyor ve çok daha otoriter bir yapıya evriliyordu. Balkan Savaşları ve Trablusgarp ile gelen yenilgiler büyük felaketi haber veriyor ama Cemiyet bunu görmüyor, 1. Dünya savaşı fiilen hem Osmanlı’nın hem de İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin sonu oluyordu(1-S.30-50).

Kısa bir şekilde özetini verdiğimiz bu süreç Türk siyasi tarihinin en önemli süreçlerinden biri olmak ile beraber, özellikle meşrutiyet öncesi dönemden 1. Dünya Savaşı başına kadar süren 10 yıldan bile kısa süre de Türk siyasi tarihinin hayli yüksek konsantrasyonda bir numune-i timsali olarak adlandırılmayı hak edecek bir halde cereyan ediyordu. Bu dönem son yıllarda Türk tarihçiliğinde hak ettiği yeri biraz olsun bulmaya başlasa da, bu dönemin önemli siyasi figürlerinden birçoğunun hayatı ve fikirleri bugün maalesef bilgi alanımızda değil. Bu dönemin en meşhur ve etkin kişilikleri bile, zamanın üzerlerinde biriktirdiği kalın toz tabakasının altında kaldılar.

Lütfi Fikri Bey, gerek 2. Meşrutiyet döneminin en önemli siyasi figürlerinden ve gazetecilerinden olması, gerek ise temsil ettiği siyasi ekol itibariyle Türkiye için nadir görülen bir damardan beslenen, fazlasıyla nadir siyasetçilerden olması hasebiyle, anlamaya en muhtaç olduğumuz siyasi figürlerden biridir. O çok iyi bir hukukçu, idealist ve zamanının epey ötesinde bir siyasetçi, azimli, inatçı ve dürüst bir gazetecidir. Aktif siyaset ve gazetecilik yaptığı dönemde fikirlerine katılsın katılmasın, dostu olsun düşmanı olsun, birçok kişi tarafından çeşitli özellikleri takdir edilmiştir. Muhalif tavrı zorlu bir hayat yaşamasına sebep olmuş, ama o bu tavrından hiç uzaklaşmamış, muhalefet için değil hakikat için muhalefet yapmıştır. Türk siyasi tarihinde hala bir kurum olarak yerleşmediğini düşündüğüm muhalefet kurumu, belki de Lütfi Fikri Bey’in görüş ve faaliyetleri incelenerek bir nebze olsun geliştirilebilir diye düşünüyorum.

Yaşadığı zamanda ünü ve etkisi epey geniş olan Lütfi Fikri Bey’in akademik ve fikri camia tarafından unutulmasını böyle özgün figürleri az gören bir ülkede yaşadığımız için üzüntüyle karşılıyorum. Bundan dolayı, onun hayatı, siyasi mücadelesi ve gazetecilik faaliyetlerini anlamaya çalışan bu metni hazırlayarak, Lütfi Fikri müktesebatına mütevazı bir katkı yapmayı umuyorum.

 

Müktesebat


Lütfi Fikri Bey hakkında basılmış kitap sayısı, biri 2 ciltlik olmak üzere, sadece 4 tanedir. İlk kitap, 1992’de basılan iki ciltlik “Hilafetin Kaldırılması Sürecinde Cumhuriyetin İlanı ve Lütfi Fikri Davası”  kitabıdır. Bu kitabın yazarı Murat Çulcu olup, açıkçası kaliteli bir tarih çalışması değildir. Bu kitabın eleştirisi metnin konusunun dışında olduğu için eleştiriye girmiyoruz. Her şeye rağmen, Lütfi Fikri hakkında çok az kitap olması, bu kitabın da okunup değerlendirilmesini gerekli kıldı. Diğer kitap Lütfi Fikri Bey’in günlüğü olup, baskısı bittiği için bu kitaba ulaşamadım. “Lütfi Fikri Bey’in Günlüğü: Daima Muhalefet” ismiyle Arma Yayınları’nın bastığı kitabı yayına Yücel Demirel hazırlamış. Doksanlı yıllarda basılan bu iki kitaptan sonra, doktora çalışmaları olan iki kitap geliyor. İlki kitabın yazarı Murat Kurt’un doktora çalışması olan “Lütfi Fikri Bey’in Siyasi Mücadelesi Yahut Tek Başına Muhalefet” isimli kitap olup, Lütfi Fikri Bey hakkında geniş bir araştırmadan oluşan bir kitaptır. Diğeri ise Ahmet Ali Gazel’in Lütfi Fikri Bey’in Tanzimat serisini incelediği, fakat hem Lütfi Fikri hakkında, hem de dönemin gazetecilik ve siyaset ortamı hakkında derinlemesine bilgiler içeren fazlasıyla doyurucu bir kaynaktır.

Hakkında yazılan kitaplar bu kadar az olan Lütfi Fikri hakkında doyurucu süreli yayın metinleri de neredeyse yok denecek kadar azdır. Bunlardan Tarık Zafer Tunaya’nın 18 Haziran 1950 tarihinde Vatan Gazetesi’nde yayınladığı “Muhalefet Tarihinin Ünlü Siması: Lütfi Fikri Bey” isimli makalesi bir istisna teşkil etmektedir(1.S-76).

 

Hayatı


Lütfi Fikri Bey 1872 yılında Gümüşhane’de doğmuştur. Resmi kayıtlarda doğum yeri İstanbul olarak geçmektedir (1.S-70). Ayrıca İstiklal Mahkemelerinde yargılandığı sırada doğum yeri sorulduğunda “İstanbul” cevabını vermiştir(4-S.167). Babası Kosova ve Elazığ Valiliklerinde bulunmuş olan Hüseyin Fikri Paşa’dır(1.S-70). Ailenin bölgedeki ağırlığı, Lütfi Fikri’nin Dersim’den esasen bölge halkı tarafından şahsen tanınmadan mebus seçilmesi (2-S.246), akrabalarından kaymakamlar olması (2-S.253), kardeşinin rüşdiye komutanı olması (2-S.253) ve daha sonradan yeğeninin TBMM’de milletvekili olmasından anlaşılabilir.  Asıl adı Ömer Lütfi olmasına rağmen, neredeyse her zaman Lütfi Fikri ismini ve imzasını kullanmıştır (1-S.70).

Lütfi Fikri Bey, Mülkiye’nin İdadi kısmında liseyi ve daha sonra 1890’da yüksek kısmını tamamladı. Aynı yıl Paris’e Hukuk eğitimi için gitti ve Paris Hukuk Fakültesi’nden mezun olduğu 1984 yılında İstanbul’a döndü (1-S.70-71). O sıralarda meşrutiyetçi ve hürriyetçi muhalif kanadın önemli mecmualarından olan Maarif’te yazılar yazmaya başladı. 1895’yılında Mısır’da çıkan Mizan gazetesinde yazmayı teklif ettiği gerekçesiyle 14 ay hapse mahkum edildi. Cezası bittikten sonra kontrol altında tutulmak için 2 yıl içerisinde Isparta Sancağı Tahrirat Müdürlüğü’ne, ardından Niğde Sancağı Tahrirat Müdürlüğü’ne, daha sonra Konya Meclisi İdare kalemliğine ve son olarak da Bor Kaymakamlığı’na tayin edildi. Buradaki görevinden sonra, Erzurum’un Tortum ilçesine yine kaymakam olarak atandı. Burada 6 ay görev yaptıktan sonra, 1901 yılında Rusya’ya kaçtı. Rusya tarafından yakalandı ve iade edilmek üzere Batum’a sevkedildi. Türkiye’ye yola çıkılacağı gün şiddetli bir lodos esmesi üzerine yolculuk ertelendi. Daha sonra ise, kendisinin Paris’ten bir hocası vasıtasıyla iade edilmekten kurtuldu (2-S.10-11).

Rusya’dan Almanya’ya geçen Lütfi Fikri, Avrupa hayatında maddi zorluklarla karşılaşmış ve geri dönmek için bir dizi müracatta bulunmuştur. Fakat geri dönmesine izin verilmeyince 1904 yılında Mısır’ın Kahire şehrine gitmiştir. Burada 2. Meşrutiyet’in ilanına kadar avukatlık yapmış ve bazı tiyatro eserleri ve risaleler yazmıştır (2-S.11-12).

Meşrutiyet döneminde yurda dönen Lütfi Fikri Bey Dersim’den mebus seçilmiştir. Bu dönemde, muhalif duruşu ve defalarca kapatılmasına rağmen başka bir isimle yayına devam etmesi ile ünlü Tanzimat Gazetesi serisini çıkarmaya başlamıştır.  Yine bu dönemde Mekteb-i Mülkiye’de hocalık yapmıştır. Avukatlık mesleğine de devam etmiştir (1-S.72-76).

Sopalı seçimlerin ardından, otoriter tavrını iyice katmerlendiren ve muhalefete nefes aldırmayan İttihad Terakki çevresi, meclis dışında kalmış, gazetecilik yapma imkanı kalmamış Lütfi Fikri’nin zorunlu bir inzivaya girmesini sağlamıştır. Bu inziva döneminin ardından, 1. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla, İsviçre’ye gitmiş, mütareke dönemi başlayana kadar orada kalmıştır(2-S.14-16).

Savaş bittikten sonra, 1919 seçimlerinde Milli Ahrar Partisi’nden bağımsız aday olarak seçimlere katılmış ve seçilmiştir. Fakat İttihad ve Terakki’nin ikinci seçmenlerince seçildiğini öğrenince, hemen istifa etmiştir. Bu dönemde Sabah Gazetesi başyazarı olarak yazdığı yazılarla Ankara ve İstanbul arasındaki anlaşmazlıklarda çözüm aramaya çalışmış, milli Mücadele’ye destek vermiştir. 1920 yılında Baro Başkanı seçilmiştir(1-S.77-79).

10 Kasım 1923’te yayınlanan ve Halife’ye hitap eden yazısı ve bu yazıya Necmettin Sadak’ın Akşam Gazetesi’nden verdiği cevaba binaen, Akşam Gazetesi’nde 15 Kasım 1923’te yayınlanan bir yazıdan dolayı İstiklal Mahkemesi tarafından tutuklandı ve Hıyanet-i Vataniye kanununa istinaden idam istemiyle yargılandı. Lütfi Fikri Bey bu yazılarda hakkında istifa dedikoduları çıkan Halife’nin istifa etmemesini istiyor ve meşrutiyeti savunuyordu. Suç isnadı olarak da bu ikisi kullanılıyordu. 5 yıl kürek cezası aldı. Cezasının bir kısmını tamamladıktan sonra, TBMM’nin özel kanunu ile affedildi. 1925’te ise gizli bir örgüt olan Tarikat-ı Salahiye’ye üye olmaktan tekrar İstiklal Mahkemesi’ne çıkarıldı, fakat Atatürk’ün araya girip yazdığı mektup ile affedildi (2-S.18-19, 3-S.283-288, 4-S.157-271).  

Bundan sonra siyaset ve gazetecilikten elini eteğini çeken Lütfi Fikri Bey, avukatlık mesleği ile iştigal etti. 1934’te tedavi için gittiği Fransa’da vefat etti. 1952’ye kadar Paris’te olan mezarı, bu tarihte İstanbul’a taşınmıştır (2-S.20-21).

Siyasi Hayatı


Lütfi Fikri Bey, mecliste çok iyi bir hatip olması ile sivrildi. Bekirağa Bölüğü’ndeki koğuşlarda muhaliflere yapılan işkenceleri anlatmak için çıktığı kürsüden mahkumların sökülmüş tırnaklarını gösterdiği ateşli konuşmalarla meclisin en dikkat çekici muhalif seslerinden oldu. Derin hukuk bilgisi ile, hukuk konusundaki birçok düzenlemede ya imzası bulundu, ya da bir hukukçu gözüyle şerhleri, itirazları bulundu. İnatçı muhalefeti “karakedi fırtınası” olarak adlandırılmasına sebep oldu. Gazetelerinde yazdığı yazılarla siyaset dünyasını şekillendirdi, yine gazetesinde yazması için yer verdiği birçok düşünceden muhalife bir mecra sundu. Bütün bunlar neticesinde, Lütfi Fikri Bey, 2. Meşrutiyet döneminin en önemli birkaç siyasi figürlerinden biri haline geldi(1-S.73-74).
           
          Lütfi Fikri Bey siyasi olarak, kuvvetler ayrılığı ve adem-i merkeziyetçiliğe dayanan, bireysel özgürlüklere önem veren, evrensel hukuku şiar edinen, azınlıklara saygılı olup ayrımcı manada milliyetçilik içermeyen, meclise ve demokrasiye büyük önem veren, büyük atılımlardan çok gelişmeci bir ilerlemeye inanan bir görüşün temsilcisi olmuştur. Bu manada Lütfi Fikri dönemi itibariyle fazlasıyla özgün ve döneminin çok ötesinde bir siyasetçidir(1-S.170-182).
           
           O yıllarda, derin bir Fransız etkisi olan siyaset camiasında, hem Fransa’daki siyasi ve diğer düşünceleri tedkik etmiş, hem de bir nevi İngiliz demokrasisine inanan Lütfi Fikri Bey, fikirlerinin özgünlüğünden ve derinliğinden dolayı, sığlığın ve kamplaşmanın had safhada olduğu o dönem siyasetinde her zaman muhalif kalmaya mahkum olmuştur.
           
          İttihad ve Terakki Cemiyeti üyeliğinden meclise girdikten kısa bir süre önce istifa etmiş, mecliste bağımsız milletvekili olarak kalmıştır. Akim kalan Fırka-i Müzahir denemesinden sonra Mutedil Hürriyetperveran Fırkası’na girmiş ve bu partide genel sekreter olmuştur. Daha sonra bu parti Hürriyet ve İtilaf Fırkasına katılınca, Lütfi Fikri Bey de kuruluşuna ön ayak olduğu bu partiye katılmış ve Meclis İdare Azası olarak görev almıştır (2-S.12-13).
           
           Sopalı seçimler olarak anılan 1912 seçimlerinde yine Dersim’den aday olmuş, fakat çeşitli hileler ile daha seçim bölgesine varamadan yapılan ve seçilmemesi için birçok çabalar gösterilen oylama sonucunda milletvekili seçilememiştir (2-S.245-258). Bu yıllarda Müceddidin Fırkası ismiyle bir parti kurmaya çabalasa da başarılı olamamıştır (1.S-76, 2.S-492-496).
            
           Kamil Paşa hükümeti sırasında Kamil Paşa ve Hürriyet ve İtilaf Fırkası ile ters düşmüş, parti ile yolları ayrılmıştır (2-S.481-492)
            
          Amansızca muhalefet ettiği İttihad ve Terakki kanadından bile çeşitli hükümetlerde bakanlık teklifleri almış, fakat o ilkelerine ters olduğu gerekçesiyle bu teklifleri reddetmiştir. Bir gün sadrazam olacağına dair inancını her zaman korumuş ve fikri planlarını buna göre yapmıştır. Fakat o, hayatında ne kendisinin ne de düşüncelerinin iktidar olduğunu hiç görememiştir (2.S.15-16).       

 1919 seçimlerinde İttihad ve Terakki seçmenlerince seçildiğinden ve bunun ilkelerine aykırı olduğundan dolayı istifa etmiştir(1-S.77-78).  1923 seçimlerinde kendi isteğiyle bağımsız aday olup seçilemeyince Lütfi Fikri Bey’in siyasi hayatı da sona ermiştir(1-S-17).

Gazetecilik Hayatı


Lütfi Fikri Bey’in 2. Meşrutiyet öncesi dönemde kısa bir süre Maarif isimli mecmuada yazdığını söylemiştim. Fakat ona gazeteci kimliğini kazandıran, 29 Nisan 1911 ile 23 Ocak 1913 tarihleri arasında, muhtelif aralar bulunmakla beraber inatla çıkan Tanzimat serisindeki gazeteleri olmuştur. Bu gazeteler önce Mutedil Hürriyetperveran Fırkası’nı desteklemiş, bu fırka Hürriyet ve İtilaf Fırkasına katılınca Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nı desteklemiştir. Yayınlandığı süreçteki son döneminde ise tarafsız bir yayın politikası izlemiştir (2-S79-501).

Gazetenin en önemli rakibi, her zaman İttihatçı Hüseyin Cahit Yalçın’ın çıkardığı Tanin Gazetesi serisi olmuştur. Bu iki gazete arasında çok sıklıkla sert tartışmalar yaşanmıştır (2-S.79-338). Fakat Hüseyin Cahit ölümünün ardından onun hakkında centilmence ve sitayişkâr bir yazı yazmıştır (2-S.26-27).
           
       Gazetenin başyazarı Lütfi Fikri Bey olup, Rıza Tevfik ve Rıza Nur gibi dönemin ünlü muhalif kalemlerinin yazıları yer bulmuştur. Bunun yanı sıra soyalist kanada kadar uzanan geniş bir yelpazede, her düşünceden muhalife sütunlarında yer açmıştır. Gazete, Zeki Bey’in öldürülmesini protesto etmek için verdiği ara dışında, kendi iradesi ile ara vermemiş, defalarca kapatılmış ve toplatılmıştır. Bu kapatmalarda daha önceden imtiyazı muhtelif kişiler tarafından alınmış yeni isimlerle sayı olarak kaldığı yerden devam etmiştir. Bazı kapatmalardan sonra seri numarasında yanlışlıklar yapılmış olsa da gazete isimleri değişirken, seri numarası kaldığı yerden devam etmiştir. Genel olarak kapatılan gazetenin yerine ertesi gün, hatta aynı gün yenisi çıksa da bazen daha uzun aralar vermek zorunda da kalınmıştır (2-S.31-77).

Gazete’nin isimleri sırasıyla şöyledir: Tanzimat, Zühre, Tazminat, Matbuat, Merih, Tanzimat (ikinci kez), Islahat, Maşrık, Tanzimat (üçüncü kez), Merih (ikinci kez), Matbuat (ikinci kez), Zühre (ikinci kez), Tenbihat, Nevrah, Tesisat, Takdirat, Teşkilat, Teminat, İfham, Teminat (ikinci kez), Tanzimat (dördüncü kez), Tazminat (ikinci kez) (2-S.48).

Gazete toplam 415 nüsha yayınlanmıştır. Lütfi Fikri Bey’in yayınladığı başmakale sayısı ise 253’tür. Bekir Fahri’nin (İdiz) 24, Rıza Nur’un 13 ve Rıza Tevfik’in 12 başmakalesi yayınlanmıştır (2-S.53-61).

Bunların dışında gazetede yazısı yayınmış olan isimler şunlardır: Priştine Mebusu Hasan Bey, Şam Mebusu Şükrü el-Aselî, Tokat Mebusu Mustafa Sabri, Bolu Mebusu Abdülvahab, Antalya Mebusu (Elmalılı) Hamdi (Yazır), Sivas Mebusu Ahmet Şükrü, Erzurum Mebusu Pastırmacıyan, Debre Mebusu Basri (Gün Tekin), Mizancı Murat, Ahmet Cevdet Bey, Ebu’l Kemal, Faruk Nevzad, Refik Nevzad, Rıfat Süreyya, Ahmet Saib, Keçecizade İzzet Fuad, İbrahim Edhem, Necdet Sabit, Sabık İzmir Mutasarrıfı Cemal, İsmail Subhi, Ömer Faruki, İbnürreşad Mahmut, Vefik, Sebuh İstepanyan, Hüseyin Ragıp, Ebül-Hüdayı Mazlum, Ali Mümtaz (2-S.61-65).

Bunların yanında, gazetede N.Y., G.F., N.S, Ş., A…, R.T., M.D., S., gibi imzalarla yazılar da mevcuttur(2-S.64-66).

Hukukçu Kimliği


           Lütfi Fikri Bey önemli bir gazeteci ve siyaset adamı olarak bilinmesine rağmen, her şeyden önce bir hukukçudur. Hukukçu kimliği hem siyasi görüş ve faaliyetlerine, hem de gazetecilikteki usül ve kararlarına yansımıştır. Gazetecilik ve siyaset hayatı boyunca hukuk dışı hiçbir harekete girmemiştir (2-S.26).
           
           Paris’te tamamladığı hukuk eğitiminden sonra, Mısır’da yaşadığı yıllara kadar fiilen hukukçuluk yapmamıştır. Mısır’da yaşadığı dönemde avukatlıktan yüksek parasal getiri sağlamıştır(1-S.90).
           
           Meşrutiyet’ten sonra ise daha çok siyaset ve gazeteciliğe ağırlık verse de, bu alanlardaki faaliyetleri de hukukçu kişiliği bağlamında olmuştur. Mesela, Matbuat Kanunu’nun oluşturulmasında büyük bir payı olmuştur. Ayrıca Türk siyasi hayatında ilk defa gensoru önergesi veren yine Lütfi Fikri’dir(1-S.90-91).
            
        Lütfi Fikri Bey’in hukukçu kimliğinin bir diğer yansıması da bir süre sürdürdüğü üniversite hocalığıdır. Bu yıllarda Caza ve Mebadi-i İlm-i Hukuk (Hukuk Bilimine Giriş) dersleri vermiştir (2-S.12).
           
          Lütfi Fikri 1919 yılında Baro Başkanı seçilmiş ve bu görevinde meslektaşlarının takdir ve beğenilerini kazanmıştır. Baro’nun kapatılması üzerine de yine hukuki yollardan mücadele etmiştir. 1924 yılında cezasının affının ardından tekrar Baro Başkanlığı’na seçilmiştir (1.S-80).

Eserleri


1.      Hapishaneye Doğru: Lütfi Fikri Bey’in yeğeni milletvekili Feridun Fikri Düşünsel mecliste yaptığı bir konuşmada böyle bir kitaptan bahsetmiş, kitapta saltanat ile hilafetin ayrılması gerektiği fikrinin işlendiğini söylemiştir. Kitabın basılıp basılmadığıyla ilgili herhangi bir bilgi yoktur.
2.      İlm-i Hükümette Osmanlılara Bir Nazar: Avukat arkadaşlarından Mehmet Reşit Meşrutiyet’in ilanından evvel Lütfi Fikri Bey’in böyle bir kitap yazdığını söylemiştir, fakat kitap hakkında bir bilgi yoktur.
3.      Şimdiki İzdivaçlar (Piyes), Türk Matbaası, Kahire, 1905, 199 s.: Üç perdelik, İstanbul’un sosyal hayatını ve evlilik konularını işleyen bir piyestir.
4.      Tecrübe-i İntikad: Duhter-i Hindu, Türk Matbaası, Kahire, 1905, 35 s.: Erkekler Arasında (Piyes), Türk Matbaası, Kahire, 1907, 96 s.: Abdülha Hamit’in Duher- Hindu isimli piyesine eleştiridir.
5.      Erkekler Arasında (Piyes), Türk Matbaası, Kahire, 1907, 96 s.: Sosyal hayatta kadınların yeri ve tesettür üzerine bir piyestir.
6.      Essai de Cririquei Les Desenchantees de Mr. Pierre Loti, İmprimerie İnternationale İdjtihad, Caire, 1907, 31 s.: Pierre Loti’nin Les Desenchantes isimli romanına bir eleştiridir.
7.      Selanik’te Bir Konferans, Ahmet İhsan Matbaası, İstanbul, 1326 (1910), 49 s.: Selanik’te vermek isteyip, İttihadçı bir grup tarafından ıslıklanarak sabote edildiği için tamamlayamadığı bir konferansının yayınlanmış halidir.
8.      Yemen Vilayeti’nin Sûret-i İdaresi Hakkında Dersim Mebusu Lütfi Fikri Bey’in Teklif-i Kanun Layihası, Matbaa-i Amire, İstanbul, 1326 (1910): Yemen meselesinde meclise sunmak için hazırladığı, ama sunamadığı bir layihadır.
9.      Mebâdi-i İlm-i Hukuk, Ahmet İhsan Matbaası, İstanbul, 1327 (1911), 112 s.: verdiği Hukuk’a Giriş derslerindeki notlarının bir özetidir.
10.  Osmanlı Tarih-i Siyasisi, Kader Matbaası, İstanbul, 1329 (1913), 112 s.: 1913 başlayıp, her hafta bir forma yayınlayarak tamamlamayı düşünüp sadece 7 forma yazabildiği Osmanlı Siyasi Tarihi kitabıdır.
11.  Hükümdarlık Karşısında Milliyet Mesuliyet ve Tefrîk-i Kuvâ Mesâili, Akiam Teşebbüs Matbaası, İstanbul, 1338 (1922), 23 s.: Büyük Milllet Meclisi sistemi yerine meşrutiyeti ve kuvvetlerin ayrılığını savunduğu risalesidir.
12.  Meşrutiyet ve Cumhuriyet, Ahmet İhsan Matbaası, İstanbul, 1339 (1923), 41 s.: Cumhuriyet ve Meşrutiyet’i incelediği bir eseridir.
13.  Hakk-ı Müdafaa, Hamit Bey Matbaası, İstanbul, 1933, 24 s.: Bir davadaki savunmasından sonra kendisi hakkında başlatılan adli sürecin de kendisi lehine tamamlanması sonucunda yayınlamış olduğu savunmasıdır.
14.  Lütfi Fikri Bey’in Günlüğü: Daima Muhalefet, (Yayına Hazırlayan: Yücel Demirel), İstanbul, 1991, 208 s.: 1904 yılında kaleme aldığı, büyük çoğunluğu 1913’teki inziva dönemine ait olan günlüğüdür.

        Ayrıca, Erkekler Arasında isimli kitabın dış kapağında Salyaneciler, Şimdiki İzdivaçlar kitabında da çıkacağı söylenen Anadolu Ayanı isimli oyunlardan bahsedilse de bu kitaplar muhtemelen basılmamışlardır.
(1-S.82-88, 2-S.27-29)

Sonuç


        20. yüzyılın ilk çeyreği, Tanzimat’tan beri kaynayan Türk siyasetinde bir patlamalar ve kırılmalar dizisine şahit olduğumuz yıllar olmuştur. Bu 25 yıllık dönemde belki yüzlerce yıla sığabilecek değişim ve hareketler fırtınalı olarak yaşanmıştır. Bugünden geriye baktığımızda, bu yılları ve olaylarını hem kendi bağlamlarında, hem etkenleri hem de sonuçları bağlamında incelemek fazlasıyla mühim bir gerekliliktir.
            
         Bu yılları incelemek için başvurabilinecek yollardan biri de, bizzat aktörlerin ve figürlerin hayatlarını incelemektir. Lütfi Fikri Bey şüphesiz ki bahsedilen dönemin en önemli ve en özgün şahsiyetlerinden biridir. Bu yüzden onun ile ilgili her araştırma ve inceleme o dönem ve Türk siyaseti ile ilgili değerli bilgiler ve bakış açıları üretecektir.

Lütfi Fikri Bey’in siyasi yaşamı ve görüşleri, hukukçuluğu, gazeteciliği gibi bir çok açıdan çok kapsamlı ve derin çalışmalarla incelenmesi bir gerekliliktir. Şimdiye kadar yok denecek kadar az olan bu çalışmalar içerisinden mevcut olanları inceleyip özet bir şekilde sunmaya çalıştığım metin Lütfi Fikri Bey’i tanımak için atılmış kişisel bir adımın neticesidir.
            
        Her zaman muhalif kalmış, bütün kaynaklarda bu müzmin kimliğine atıf yapılan Lütfi Fikri Bey için benim kullandığım tabir “her devrin muhalifi”dir. O 2. Abdülhamit devri, 2. Meşrutiyet devrinde  hem İttihad Terakki hem Hürriyet ve İtilaf hükümetleri dönemleri, hem mütareke devri, hem 1. Meclis devri, hem de Cumhuriyet devrinde hep muhalifte kalmış, siyasi iradesi ile şartların ona hazırladığı bu muhalif kimliğini ömrü boyunca sırtında taşımıştır. Bu yüzden bu metinde, objektifliğimi kaybedip, her zaman yalnız kalmış Lütfi Fikri Bey’e taraf olmuş, onun savunucusu durumunda kalmış olabilirim. Bu durum Lütfi Fikri Bey’ meşruiyet devşirme gibi isteklerin değil, onu anlama çabalarının bir neticesidir.  

 

Kaynaklar

1. Murat Kurt. Lütfi Fikri Bey’in Siyasi Mücadelesi Yahut Tek Başına Muhalefet. Şehir Yayınları.İstanbul. 2008.
2. Ahmet Ali Gazel. İkinci Meşrutiyet Dönemi Siyasi Mücadelesinde Lütfi Fikri’nin Tanzimat’ı. Çizgi Kitabevi. Konya. 2007.
3. Murat Çulcu. Hilafetin Kaldırılması Sürecinde Cumhuriyetin İlanı ve Lütfi Fikri Davası. C.1. Kastaş Yayınları A.Ş. . İstanbul. 1992.
4. Murat Çulcu. Hilafetin Kaldırılması Sürecinde Cumhuriyetin İlanı ve Lütfi Fikri Davası. C.2. Kastaş Yayınları A.Ş. . İstanbul. 1992. 

HAYDARPAŞA GARI



Haydarpaşa Garı, İstanbul'un Anadolu yakasında, ismini garın bulunduğu Haydarpaşa semtinden alan demiryolu terminalidir.Semt ise ismini buraya kışla yaptıran III. Selim'in vezirlerinden Haydar Paşa'dan almaktadır. Anadolu'ya ve dış ülkelere yolcu ve yük taşımacılığıyla İstanbul'un Asya'ya açılan kapısı olan gar, banliyö hattıyla da kentsel ulaşımda önemli bir yer tutar.
 
İstanbul-Anadolu demiryolu hattının başlangıç yeri olan bugünkü garın yerinde, 22 Eylül 1872'de Pendik'e kadar işletmeye açılan demiryolunun ilk istasyonu bulunuyordu. Daha sonraki yıllarda demiryolları Anadolu'nun içlerine doğru uzandıkça ve Anadolu'nun çeşitli şehirleri demiryolu ile İstanbul'a bağlandıkça Haydarpaşa Garı’nın önemi arttı. II.Abdülhamid, istasyonun artık ihtiyaca cevap veremez duruma gelmesi üzerine, yerine yeni bir gar binası ve tesisler yapılmasını istedi. 30 Mayıs 1906'da inşaatına başlanan gar binası, 19 Ağustos 1908'de işletmeye açıldı.
 
Gar binasının plan ve projesini Otto Ritter ve Helmuth Cuno adlı iki Alman mimar, yapım islerini Ph. Holzmann inşaat Firması üstlendi. Her biri 21 m uzunluğundaki 1100 ahşap kazık üzerine oturtulan gar binasının mimarisi, Prusya yeni-rönesans üslubunda gerçekleştirildi. İki kolu farklı uzunlukta olan "U" planıyla inşa edilen binanın iç avlusu kuzeye, deniz cephesi ise güneye bakacak şekilde konumlandırıldı. Binanın temelinde Hereke'den getirtilen pembe granit, dış yüzünde ise Lefke'den getirtilen kolay işlenebilir, sert hava koşullarına dayanıklı taşlar kullanıldı. Ahşap çatısı, Alman mimarisinde sık kullanılan dik çatı seklinde tasarlandı. Çatı hizasındaki saat, Alman Demiryollarının simgesi olan kartal kanadı ile süslendi. Daha sonra bu motif, Türk demiryollarının simgesi olarak kabul edildi. Haydarpaşa Garı'nın iç süslemeleri ve vitrayları da, yine bir Alman sanatçı olan Linneman tarafından yapıldı.
 
I.Dünya Savaşı sırasında, 6 Eylül 1917 günü çok sayıda insanın ölümüne ve gar binasının önemli ölçüde hasar görmesine neden olan bir sabotaja uğrayan gar, daha sonra onarılarak yeniden hizmete açıldı.
 
Haydarpaşa Garı hizmete açıldığı tarihten bu yana İstanbul'dan Anadolu'ya yolcu ve asker sevkiyatı; memurların, devlet ve işadamlarının Anadolu'ya gidiş gelişleri ve İstanbul'un tüm Anadolu ile demiryolu bağlantısını sağlaması nedeniyle günlük hayatta önemli bir yer dolduruyor. Görkemli bir görünüme ve orijinal bir atmosfere sahip olan Haydarpaşa Garı, filmlerde ve edebiyatta ayrılık ve kavuşma sahnelerinin, umut ve özlemlerin değişmez dekoru olmaya devam ediyor.

KAPİTÜLASYONLAR VE TÜRK MİLLETİNE ETKİLERİxx


Tarihte Ortadoğu ve Uzakdoğu ülkelerinin tek yanlı hukuki işlemler veya antlaşmalar yoluyla yabancılara tanıdıkları ayrıcalıklara kapitülasyon denir .Bu uygulamanın ilk örneklerine Bizanslılar;Anadolu Selçukluları, Aydın oğulları ve Menteşeoğulları gibi Anadolu beylikleri ve Akdeniz kıyısındaki Arap ülkelerinde rastlanır .Akdeniz ticaretine egemen Hıristiyan güçlerle İyi ilişkiler kurma isteği, Osmanlı Devleti'ni de kuruluş döneminde aynı uygulamayı benimsemeye yöneltti.

KAPİTÜLASYONLARIN BAŞLANGICI :

İlk Osmanlı padişahları daha çok Batılı tüccarların Osmanlı topraklarında ticaret yapmasını kolaylaştırmaya dönük ekonomik ayrıcalıklar verme yoluna gittiler.Ragusa adlı İtalyan şehrine 1365'te sağlanan olanaklarla başlayan bu süreç, daha sonra Cenovalı ve Venedikli tüccarların benzer haklar elde etmesiyle sürdü.Fatih Sultan Mehmet 1453'te İstanbul'u feth edince ,Bizans'ın daha önce Avrupalı tüccarlara tanımış olduğu ayrıcalıklarını bazı küçük sınırlamalar koyarak korudu.
II.Bayezid döneminde Venedik ve Fransa'yla yapılan benzer sözleşmeler,İstanbul'da yabancı tüccarların etkinlik alanını genişletti.Mısır'ı alan Yavuz Sultan Selim'in daha önce Memluklar tarafından Venedik’e verilen ayrıcalıkları yenilemesiyle kapitülasyonların öteki Osmanlı topraklarına da yayılması yolu açıldı.
Kapitülasyonların Osmanlı topraklarındaki yabancıların statüsünü de düzenleyen kapsamlı bir nitelik kazanması,Kanuni Sultan Süleyman döneminde Fransa'yla yapılan sözleşmeyle başladı.
  Toplam 16 maddeden oluşan sözleşmenin başlıca hükümleri arasında iki ülkenin toprakları arasında ticaret,ikamet ve taşımacılık serbestliğinin karşılıklı tanınmasını,can ve mal güvenliğinin sağlanmasını, ölenlerin mallarının kendi ülkelerinde mirasçılarına verilmesini,ticaret gemilerine devletçe el konmaması,Fransız tüccarların 10 yıl vergiden bağışık tutulması,din ve ibadet özgürlüğünün sağlanması,tutsakların geri verilmesi,Fransız uyrukları arasındaki olumsuzlukların konsolosluklarda çözülmesi,yazılı başvuru olmadıkça Fransız Osmanlı uyrukları arasındaki davalara kadıların bakmaması,ceza hukuku kapsamına giren davaların sadrazam önünde görülmesi yer alıyordu.Bu hükümler doğrultusundaki uygulamalar özellikle İstanbul'da ve Doğu Akdeniz'in liman kentlerinde daha sonraları Levantenler olarak anılan azınlıkların güçlü bir konum kazanmasına zemin hazırladı.

KAPİTÜLASYONLARIN GENİŞLEMESİ

II.Selim döneminde Venedik'e karşı Fransa'nın desteğini kazanmak amacıyla 1569' da yenilenen kapitülasyon sözleşmesinde, önceki hükümlere ek olarak bütün yabancı gemilerin Fransız bayrağı çekme koşuluyla Osmanlı karasularında dolaşmasına ve ticaret yapmasına izin verildi.Ayrıca Fransız tüccarlara koşulsuz ve süresiz vergi bağışıklığı tanındı. Osmanlı donanmasının 1571'de İnebahtı Deniz Savaşı'nda uğradığı yenilgiden sonra, Fransa'yla İspanya arasında bir yakınlaşma başladı.
Öte yandan Lehistan sorunu Osmanlı-Fransız ilişkilerinde bir gerginlik yarattı.Buna tepki olarak, III.Murat 1580'de bir fermanla İngiliz ticaret gemilerine ayrıcalıklar sağladı.Böylece kapitülasyonlar sorunu Doğu Akdeniz'de İngiltere'yle Fransa arasında gelişen yoğun ticari rekabetin bir parçası durumuna geldi.
Rekabetle öne geçmeye çalışan Fransa, 1597'de ve 1604'te eski kapitülasyonların yenilenmesine yönelik sözleşmeler imzalanmasını sağladı.Bu sözleşmelerde Fransız elçilerden gümrük resmi alınmaması,Fransa'ya Osmanlı topraklarında yaşayan Katolikleri koruma hakkının tanınması ve elçileri bulunmayan yabancı ülke uyruklarıyla Kudüs'e gidecek papazları Fransız elçi ve konsolosların koruması gibi yeni hükümlere yer verildi.
Gene Fransa'yla 1673'te imzalanan kapitülasyon sözleşmesi uyarınca,önce ayrıcalıklara Fransız tüccarların Osmanlı topraklarına mal getirmek için ödedikleri gümrük resminin % 5'ten % 3'e indirilmesine ilişkin bir hüküm de eklendi.Bu arada İngiltere 1604-1622 arasında imzalanan beş sözleşmeyle,Hollanda'da 1612-1668 arasında imzalanan üç sözleşme ile Osmanlı padişahlarının Fransa'ya tanıdığı ayrıcalıklara yakın haklar koparmayı başardı.
Osmanlı yönetimi 1739'da Avusturya ve Rusya'yla Belgrat Antlaşması'nın imzalanmasına arabuluculuk eden Fransa'ya öncekilerden çok daha kapsamlı kapitülasyonlar vermek zorunda kaldı.Bu amaçla I. Mahmut ve XV. Louis'nin 28 mayıs 1740'ta imzaladıkları sözleşmenin en önemli özelliği süreklilik koşulunu getirmiş olmasıydı.Böylece kapitülasyonlar daha önce olduğu gibi hükümdarların yaşam süresiyle sınırlı olmaktan çıkarak,doğrudan devletleri bağlayan bir nitelik kazandı. Kapitülasyonların gelişiminde bir dönüm noktası olan yeni sözleşmede kamu görevlilerinin Osmanlı topraklarındaki Fransız ikametgahlarına hiçbir nedenle giremeyeceği, Fransız uyruklarının Osmanlı maliyesine vergi ödemeyeceği ve gümrük resminin gelecekte arttırılamayacağı gibi ağır hükümler yer alıyordu.
Bu arada Avusturya ve Rusya da XVIII. yy'da Osmanlılar karşısındaki kazandıkları askeri zaferlere dayanarak benzer ekonomik ayrıcalıklar elde etme olanağı buldular .Avusturya'yla imzalanan Karlofça (1699) ve Pasarofça (1718) antlaşmaları uyarınca, bu ülkeye diğer ülkelerle aynı düzeyde kapitülasyonlar tanındı.Avusturya'nın Osmanlı ülkesinde konsolosluklar açmasına ve Avusturya gemilerinin Tuna nehri üzerinde serbestçe seyretmesine izin verildi.Rusya'da 1774 tarihli Küçük Kaynarca Antlaşması'yla kapitülasyon olarak nitelendirilebilecek ayrıcalıklar kazandı.

  KAPİTÜLASYONLARIN SONUÇLARI (TÜRK MİLLETİNE ETKİLERİ)

Osmanlı Devleti'nin egemenliğini sınırlayan ve zamanla Osmanlı ekonomisinin gelişmesini köstekleyen kapitülasyonların olumsuz sonuçlan XIX.yy'da daha belirgin hale geldi. Yerli sanayi dalları kapitülasyonların korunması altında ülkeye giren yabancı mallarla rekabet edemeyerek çökme noktasına kadar vardı.Eşit olmayan gümrük ve vergilendirme koşullan,yerli girişimcilerin büyük zarar görmesine yol açtı.Kabotaj hakkının yabancılara bırakılması nedeniyle, Türk gemiciler kendi karasularında gemi işletemeyecek duruma düştü. Osmanlı kıyılarında yürütülen balıkçılık ve süngercilik bile yabancıların tekeline girdi.
Kapitülasyonlara bağlı olarak Osmanlı topraklarındaki yabancı uyruklar insan hakları ve bireysel özgürlükler bakımından üstün ve ayrıcalıklı bir konum kazandılar .Bir Fransız pasaportu taşımak yabancılara her türlü kovuşturma ve her türlü hukuki yükümlülükten kurtulma olanağı sağlıyordu.Mülk edinme konusunda yabancıların çok geniş hakları vardı;bu haklar özel postane,okul,kilise ve hastane kurmalarına olanak veriyordu.Dahası yabancılar ayrıcalılıklarından aldıkları güçle istedikleri Osmanlı uyruklularını,hatta devlet adamların koruma altına alabiliyorlardı.Bu durum siyasi ilişkilere de yansıyor ve devlet yönetiminin çeşitli kademelerinde müdahalelere yol açıyordu.Batılı ülkelerin elçileri çeşitli alanlara ilişkin politikalara yön verebilecek kadar büyük bir güç kazanıyordu.
Kapitülasyonların getirdiği ağır koşullardan rahatsızlık duyan Osmanlı yöneticileri XIX.yy'ın ikinci yansında ayrıcalıklara son verme çabasına girdiler.Sadrazam Ali Paşa 1856'da Paris Antlaşması'yla ilgili görüşmeler sırasında kapitülasyonların kaldırılmasını istedi,ama hiçbir sonuç alamadı.Öte yandan savaşlardan yararlanarak hasım devletlere tanınmış ayrıcalıkları uygulama yönündeki girişimler ,yenilgilerle karşılaşılan dayatmalar nedeniyle etkisiz kaldı.Elde edilen tek başarı 1869 tarihinde Tabiiyeti Osmaniye Kanunnamesi'yle yerli halka yabancı korumasından yararlanma olanağı sağlayan yolun kapatılması oldu. I.Meşrutiyet döneminde iktidara gelen İttihat ve Terakki Cemiyeti,1914'te Birinci Dünya Savaşı'na hazırlanırken,kapitülasyonları tek yanlı olarak kaldırdığını açıkladı.Bu karara aralarında Osmanlı Devleti'nin müttefiki Almanya'nın da bulunduğu Avrupa ülkeleri hemen tepki gösterdi. Savaşta uğranan yenilginin ardından 1920'de İmzalanan Sevr Antlaşması'nda kapitülasyonların yeniden yürürlüğe konmasına ilişkin bir maddeye de yer verildi. Ama ilgili devletler 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Antlaşması'nın 23. maddesiyle kapitülasyonların bütünüyle kaldırılmasını kabul etti.

HUKUKİ AÇIDAN KAPİTÜLASYONLAR

Sözcük anlamı < bir yerin teslim edilmesi için yapılan antlaşma >olan Fransızca kapitülasyon terimi,daha sonraları bir devletin başka bir devletin uyruklarına tanıdığı yargı bağışıklığını ifade etmeye başlamış ve zamanla başka bazı ayrıcalıkları da kapsayan bir anlam kazanmıştır Osmanlı kitaplarında kapitülasyonun karşılığı olarak <akitname> .< uhudu atika> ve <imtiyazatı ecnebiye> terimleri de kullanılmaktadır .
Kapitülasyonların ortaya çıkışı İslam dininin katılığından dolayı yabancılarla ilgili farklı bir düzenleme getirme çabasına bağlayan görüş yanlıştır .Kapitülasyon İslam'ın Ortadoğu'da yayılmasından önce de vardı.Dahası aynı topluluklar arasında da bu uygulamaya rastlanıyordu.
Kapitülasyonların temelinde Avrupa ticaretini Doğu'ya çekme amacının yattığı yönündeki görüş, belli bir doğruluk payı taşımakla birlikte tam açıklayıcı olmaktan uzaktır .Doğu ülkelerinin tanıdığı kapitülasyonlar başlangıçta farklı bir toplumsal ve kültürel yapıya sahip yabancıların kendi inanç ve göreneklerinde serbest olmasına yönelik birer ayrıcalık niteliği taşıyordu. Daha sonra Batılı ülkeler din ve uygarlık farklılıklarını ileri sürerek bu ayrıcalıkları ticari çıkarları korumak ve geliştirmek için dayanak yapmayı başardılar .
Osmanlı kapitülasyonları yabancı devlet padişahlarının yabancı devlet yurttaşlarının tabi olacakları hukuki statüyü bildiren iradeleriyle ortaya çıkmış tek yanlı hukuki işlemler niteliğindeydi.Her saltanat değişikliğinde yinelenmesi gereken bu irade ancak 1740'taki sözleşmeden soma süreklilik ve bağlayıcılık kazandı.

KABOTAJ HAKKI

Bir devletin kendi limanları arasında yapılan ticari denizciliğe kabotaj denir .Kabotajla verilen ayrıcalığın yurttaşlarla sınırlı tutulmasının ulusal ekonomiye sağladığı katkıdan dolayı,devletler genellikle yabancı bandıralı gemilere kabotaj yasağı koyma yoluna gitmişlerdir .Bazı uluslararası sözleşmelerde de kabotaj yasağı koyma yetkisini kabul eden hükümler yer almaktadır .
Türk karasularında,akarsu ve göllerinde gemi bulundurma,onlara gidiş geliş ve taşıma yapma hakkına kabotaj hakkı denir .Osmanlı döneminde kapitülasyonlar çerçevesinde yabancı bandıralı gemilere verilen kabotaj ayrıcalığı Lozan Antlaşmasıyla kaldırıldı.20 Nisan 1926 tarihli ve 815 sayılı Türkiye Sahillerinde Nakliyatı Bahriye ve Limanlarla Karasuları Dahilinde İcrayı Sanat ve Ticaret Hakkında Kanun'la kabotaj hakkı Türk yurttaşlarına bırakılmıştır .Buna göre bütün karasularında ve karasuları içinde kalan körfez,koy ,liman ve benzeri yerlerde,ayrıca akarsu ve göllerde makine,yelken ve kürekle hareket eden taşıtların,duran ve yüzen araçları bulundurma ve bunlarla mal ve yolcu taşıma hakkı Türk yurttaşlarının tekelindedir .Dalgıçlık, kılavuzluk, kaptanlık, çarkçılık, tayfalık ve benzer meslekler yalnız Türk yurttaşlarınca yerine getirilebilir .Karasularında her türlü deniz ürününün elde edilmesi,kum ve çakıl çıkarılması,kurtarma ve yardım çalışmalarının yürütülmesi de kabotaj hakkı kapsamındadır . 

14 Şubat 2017 Salı

FRANSA’NIN YARDIM İÇİN ÖNÜMÜZE DİZ ÇÖKTÜĞÜ GÜNLER


1541 yılıydı. Kanunî Sultan Süleyman Macaristan seferine çıkmış, Barbaros Hayrettin Paşa da 70 kadırga ile onu denizden desteklemek üzere Akdeniz'e yelken açmıştı. Karada ve denizde Türk kasırgasının estiği o şanlı yıllardı. Adriyatik denizinde ikmal nakliyatının güvenliği sağlanmış, Cezayir'deki Türk denizcilerinin katılması ile de bütün Akdeniz'deki Hıristiyan kıyıları vurularak karşılarına çıkacak düşman bulunamayınca Türk donanması İstanbul'a dönmüştü.
 
Türk donanmasının Akdeniz'den çekilmesini fırsat bilen İspanyolların, sahillerine devamlı akınlarda bulunan Cezayir'deki Türkleri İmparator Charles Quint'e (Şarlken) şikâyet etmeleri üzerine, karada karşısına çıkamadığı Türkler'den intikam almak üzere Afrika seferini başlattı. Emrindeki Andrea Doria komutasındaki 507 parça gemi ve 12.000 gemici, 20.000 piyade askeri, 5.000 süvari ile kendilerine katılan İtalyan, İspanyol ve Maltalı birlikler ve şövalyeler ile birlikte İspanya'dan Cezayir'e hareket etti. Fakat onları Cezayir'de Barbaros oğlu Hasan Bey (Barbaros'un oğlu ve Turgut Reis'in de damadıdır) karşıladı. Emrinde bulunan 600 Türk ve 2000 Arap atlısıyla birlikte büyük bir cesaret ve kahramanlıkla karşı koydu. 1541 yılının Aralık ayında yaptığı ünlü bir gece baskını ile bu haddini bilmezleri geri çekilmeğe mecbur etmişti. Bu mağlûbiyet Charles Quint'e o kadar ağır geldi ki, Avrupa'da üstünlük kurma sevdasından vaz geçerek, meydanı Türkler'e bırakıp çekildi. Almanya ve İspanya devletleri birbirinden ayrıldı. Charles Quint'in tek erkek kardeşi, I.Ferdinand, Almanya imparatoru; büyük oğlu II. Philipp de İspanya kralı oldu.
 
FRANSA KRALI YARDIM İSTİYOR
 
  İşte o sıralarda Fransa İspanya savaşı patlamış, İspanya İngiltere'den yardım istemişse de bir sonuç alamamıştı. Zira İngiltere bu savaşta Türkler'in Fransa'ya yardım edeceğini hissediyor. Bu yüzden bir deniz savaşına girmeğe cesaret edemiyordu. Üstelik Osmanlı donanmasının İspanyollar'ı iyice hırpalayacağını bildiğinden böyle bir durumun çıkarılmasının daha uygun düşeceğini hesaplıyordu. Nitekim Fransa Kralı I. François (Fransuva) İspanya ile başa çıkamayacağını belirterek Kanunî'den yardım istemişti. Israrla Türk hakanından "bir milyon altın borç, Korsika adasının İspanya'dan koparılması ve İspanyol cephesine asker ve donanma gönderilmesi" hususunu rica ediyordu.
 
Osmanlı devletinin o günkü dünya politikasına göre bu savaşa Fransa yanında katılmak çıkarlarına uygun düştüğünden, Kanunî Sultan Süleyman da I.François'nın devamlı yalvarmalarına olumlu cevap verdi. Öte yanda, Fransız siyaseti Divan-ı Hümayun’da devamlı tenkit ediliyor, ikide bir küçük hesaplar peşinde koşarak, menfaatler elde etmek için Alman İmparatoru Charles Quint'e yaklaşmaları tepki uyandırıyordu.
 
1. François, Baron de la Garde unvanı altında Paulin (Polin) adlı bir elçiyi, Kanunî'nin Belgrad'da bulunduğu sırada yanına göndermişti. Bu elçi kralından aldığı emir ve direktifler uyarınca, Türk hakanına "efendisinin Almanya aleyhine harbe hazır olduğunu, Türk donanması Fransa'ya yardım ettiği takdirde hemen harekete geçeceklerini" gözyaşları içinde, yalvarıp yakararak anlatmaya çalışıyordu. Oysa Türkler'in bu yardıma ihtiyaçları olmadığı gibi, Kralları François'in devamlı ihanetleri sebebiyle, Türkiye nazarında Fransa'nın hiç bir haysiyeti ve itibarı kalmamış ve horlanmaya başlanmıştı.
 
            FRANSIZ ELÇİSİNE DİVANDA HAKARET EDİLİYOR
 
Bunun sebebi pek çoktu. Bir kere zayıf ve fakir gördükleri Fransa'ya, acıyarak askerî ve malî yardımlar yapılmış, karada ve denizde korktukları amansız ve ezelî düşmanları olan Almanya'ya karşı devamlı himaye edilmişlerdi. Hatta Fransızlar'ı müttefik saymak tenezzülünde dahi bulunarak, aralarında bir anlaşma yapılmış. Özellikle Fransa'yı iktisaden güçlendirmek amacı ile iktisadının düzelmesi için, sonradan başımıza belâ olacak, bütün Hıristiyan devletlerin, Türkiye'yi batırıp, tarih sahnesinden yok etmek için el birliği ile sıkı sıkıya sarılacakları, "Capitulation-Kapitülasyon" adı altında bir takım ticarî ayrıcalıklar bile tanınmıştı.
 
Bütün bunlara rağmen Fransa, o günden bu güne her devrede Türkler'e karşı minnet duygusunu, hiç kaybetmediği aşağılık kompleksi ile göstererek, daima aleyhimize çalışmış, karşımızda küçüldükçe küçülmüştür... Dahası, Fransa'yı himaye için giriştiğimiz harplerde Fransızlardan ihanet görerek, arkamızdan vurulmakla kalmayıp, 18 Haziran 1538 yılında, Fransız kralı ile Alman İmparatoru Charles Quint arasında Türkiye aleyhine gizli bir antlaşma "Trevede Nice" imzalanmıştı. Buna göre Savoie Dukalığı arazisinin Fransa'ya bırakılması karşılığında, I. François Türk ittifakından ayrılmışlardı.
 
Ne var ki, Osmanlı Divanı yine de Fransa'yı desteklemenin, Türkiye'nin yüksek menfaatleri açısından gerekli olduğu kanaatindeydi. Kanunî'nin, İstanbul Seferine katılan Fransız elçisi Polin, İstanbul’a döndüğünde, Divan’da Sadrazam Süleyman Paşa tarafından, Fransa'nın "Trevede Nice" gizli andırmasından ve 1537 yılında İtalya seferi sırasındaki ikiyüzlü siyasetinden dolayı çok ağır ve hakaret edici sözlerle tahkir edilmişti. Ama padişahın damadı, olan ve büyük nüfuza sahip bulunan Rüstem Paşa'nın himayesini kazanmayı bilen Fransız elçisi Paulin, sonunda Kanunî'ye ve Divan’a "Türk yardımı olmazsa Fransa’nın Charles Quint tarafından kolayca yutulacağı" görüşünü benimseterek, bu devlete her türlü yardımın yapılması kararını verdirmiş ve kuvvetli bir donanmanın hazırlanması için de Barbaros görevlendirilmişti.
 
Kaptan-ı Derya Barbaros Hayrettin Paşa, Kanunî'den aldığı buyruk üzerine, 28 Mayıs 1543 Pazartesi günü beraberinde sefir Paulin de olduğu halde irili ufaklı 150 parça gemi ve 30 bin askeri ile İstanbul'dan hareket etti. 23 gün sonra Osmanlı donanması Messina boğazına giriyordu. Boğazın iki yakasında çok önemli iki kale vardı. Bunlardan biri; Sicilya adasının kuzey doğu ucunda bulunan Messina kalesi ile diğeri, İtalya'nın güney ucundaki Reggio kasabası idi. Bunlar İspanyol donanmasının üsleri ve ticaret şehirleri idi. Bu iki kale de Barbaros'un bir işareti ile tek top dahi atmadan teslim olmuş, o da bu iki şehrin bütün tahkimatlarını yerle bir etmesine rağmen yağmalattırmamıştı.
 
Büyük Türk amirali donanmasını buradan Tiren denizine çevirerek, kuzeye doğru yönelmiş, İtalya kıyılarını takiple Napoli'nin 70 km kuzey batısında bulunan Gaeta körfezine giderek Gaeta limanına demir atmıştı. Kale kumandanı Don Diego Gaetano adlı İspanyol asilzadesi, Barbaros'un "teslim o!" teklifine kaleden üç top atışı ile cevap vererek, üç levendimizin şehit olmasına sebep olmuştu. Şanlı amiralimiz hemen karaya 12 bin asker çıkardı. Gemilerden açılan top ateşleri ile müstahkem mevki yerle bir edildi. Türk askerleri kısa sürede şehri ele geçirip, pek çok ganimet ve esirle gemilerine geri döndüler. Esirler arasında, genel vali ve kale kumandanı Don Diego Gaetano, karısı ve bütün Avrupa'ca güzelliği dillere destan olan 18 yaşındaki kızı Dona Maria ile nişanlısı Don Alvarez de Guyman da bulunuyordu. Bu güzel kızın Müslüman olması üzerine Barbaros bu kızı çok sevdi. Hemen bu arada babasını ve annesini de affederek serbest bırakan Barbaros, nişanlısı Don Alverez'e de lütufkâr davranmayı unutmadı.
 
İTALYA HALKI DEHŞET İÇİNDE
 
Türk donanması sahil boylarını takiben kuzeye doğru devamla, Roma'nın 16 km güney batısında bulunan ve Türkler'in "Tiber" adını verdikleri, Fransızlar'ın "Tibre", İtalyanlar'ın da "Tevere" dedikleri nehir ağzındaki Ostia limanına geldi. Papalığın ve Hıristiyanlığın can evi olan Roma’nın bu ileri karakoluna, Türk donanmasının girerek su alması, hele hele amiralinin de Barbaros olması, Avrupa'daki korku ve heyecanı son haddine vardırmıştı.
 
Bu müthiş panikle, rahip ve rahibeler başta olmak üzere, kadın erkek bütün halk dağlara kaçışmış, şehir ve çevre kasabalar "Barbaros geliyor!" vaveylaları ile inlerken, Divan-ı Hümayun’dan bu yolda bir emir alınmamasına rağmen, Roma'ya girerek bir gövde gösterisi yapmak isteyen Barbaros, bu yönde bir hareket serbestîsine de sahip bulunuyordu. O şanlı elini uzatarak Türk ırkının asırlardır düşlediği "Kızıl Elma"ya kavuşması an meselesi idi. O gece Türkler'in bir kaç saat içinde Roma'yı ele geçirmeleri işten bile değildi. Ne var ki, yanında kuvvetini zilletinden alan, horlamaya alışmış biri vardı. Bu da Müslüman Türkler'den Hıristiyanlık âlemine karşı kralının talimatı ile yardım isteyerek, bütün Avrupa'nın nefret ve lanetini üzerine çeken ikiyüzlü Fransızlar'ın sefiri Paulin'den başkası değildi. Efendisinin daveti üzerine yola çıkardığı Türk donanması, Ostia ve Roma kaleleri ile Vatikan kulelerine, Türk bayrağının çekmesi demek, Papa'nın l. Francois'ı afaroz etmesi ve Fransa krallığının Katolik aleminden ebediyen ayrılmasını sağlamak demekti.
 
Bu sebeple elçi Paulin derhal duruma müdahale ederek, gözyaşları içinde, Türk amiralinin ayaklarına kapanıp yalvarıp yakarmağa başlamıştı. Böyle bir hareketin Fransa'yı kurtaracağına büsbütün batıracağı. Bütün ihanetlerine rağmen Fransa'yı kurtarmak görevi ile sefere çıkan Barbaros yalnızca onu dinlemekle kalmamış, Türk'e has o acıma duygusu ile (o merhametimiz bize her devirde başımıza belâ olmuş(ur) üstelik Paiulin'e bizzat götürüp vermesi için bir de bu şehirlere dokunmayacağına dair teminat mektubu vermişti. Fakat halk, Türk donanması çekilip gidinceye kadar bu panikten kurtulamayıp, Ostia ve Nettuna halkı, Türk donanmasına erzak ve meyveler taşıyarak, hizmet ve gayretleri ile Barbaros'un merhametine sığınmışlardı.
 
Türk donanması yeniden demir alarak kuzey batıya yöneldi. Sardunya ile Korsika arasındaki Benifaco boğazından geçti. Böylece Tiren denizinden batı Akdeniz'e çıktı. Kuzey batı istikametini takiple, 11 Temmuz'da Fransa'nın Akdeniz'deki amirallik merkezi olan Toulon'a varıldı. Türk donanmasının limana girişi çok muhteşem olmuştu. Toulon'da bulunan bütün Fransız harp gemileri direklerine Türk bayrağı çekili olduğu halde, Kaptan-ı Derya Türk Amirali Barbaros Hayrettin Paşa ve donanmasını top atışlarıyla selâmlıyordu.
 
Burada bir süre kalındıktan sonra 21 Temmuz sabahı, Akdeniz'in büyük bir limanı olan Marsilya'ya gelindi. 44 parçalık Fransız donanması direklerine Türk bayrakları çekili olarak onları karşıladı. Barbaros, filo komutanları ve büyük Türk kaptanları beraberinde olduğu halde, üzerlerinde Fransızlar'ın gözlerini kamaştıran sırmalı elbiseleriyle karşılanarak karaya ayakbastı. Kendisi Cezayir hükümdarı sayıldığı için krallara mahsus bir karşılama töreni hazırlanmıştı. Türk amiralini ve kaptanlarını kral adına karşılamaya, Fransız Deniz Kuvvetleri Komutam Prens Conte d'Enghien François de Bourbon (23 yaşında ve müstakbel Kral IV. Henri’nin amcası). "Provenco" Valisi Baron ele Grignan ve birçok Fransa asilzadesi karşıladı. Şereflerine verilen ziyafet ve törenler çok parlak oldu. Fakat Barbaros hemen harp hazırlıklarını öğrenmek istedi. Ama daha hiç bir hazırlığın yapılmadığını öğrenince de, orada bulunan bütün ileri gelenlere bağırıp çağırarak, çevresinde titreyen yetkililere hakaretler yağdırmaya başladı. Comte d'Enghien kendisini güçlükle teskin etmeye çalıştıysa da, Barbaros ziyafetin hemen ardından büyük bir hiddet içinde amiral gemisine döndü.
 
FRANSIZLAR DÖNEKLİK EDİYOR
 
Türk donanması boşuna Marsilya önlerinde beklemekte, hatta büyük iaşe sıkıntısına sebebiyet vermekteydi. Fransızlar yine tutarsız bir siyasete başlamışlardı. Türk donanmasını çağırdıkları için Katolik âleminden korkmaya başlamışlar, Charles Quint'e karşı I. François'nin Avrupa'ca hain ilân edileceğinden çekinerek; gelen yardımdan pişman olmuşlardı. Barbaros'u oyalayamayacaklarını, hele onun hiç bir şey yapmadan geri dönmeyeceğini çok iyi bildiklerinden, önemsiz bir hareketle işi bitirme sevdasına kapılmışlardı. Bu sebeple de Niş (Nice) şehri üzerine bir sefer açmakla işi kapamak istiyorlardı. Barbaros, bundan hiç hoşlanmamıştı. Kendisinin büyük bir sefer için geldiğini söylemesine rağmen, Fransa kralı adına böyle bir sefer de açamayacağı için, çaresiz. Niş harekâtına katılmaya rıza göstermişti.
 
Marsilya'da 16 gün kalındı. Türk leventleri şehri ve çevreyi gezerken, Fransız halkı tarafından büyük hüsni kabul gördüler. 5 Ağustos günü Fransız donanmasını da yanına alan Barbaros, Toulon'a hareket etti. 10 Ağustos'ta 208 parçadan oluşan müttefik donanma Toulon şehrine geldiğinde Kanunî de Estergon kalesini fethetmişti. I.François'nın emriyle Toulon şehri Türkler'e verilmiş, kalesine de Türk bayrağı çekilmişti. Zira Divan-ı Hümayun ile yapılan anlaşma böyleydi. Bu konuda Fransız halkına bir krallık emri bile neşredilmişti. Toulon artık bir Türk şehri olmuştu. Şehir halkı da bundan ziyadesiyle memnundu. Zira Türkler'in ahlâk ve civanmertliğinden hoşlanmışlardı. Leventler isledikleri yere girip çıkarken büyük ilgi görmekteydiler. Beş bin kişilik şehir halkı, otuz bine yakın Türk askerini âdeta bağrına bastı. 1544 yılının Nisan ayına kadar da tam sekiz ay Türk idaresinde bir Türk şehri olarak kaldı Toulon... Bu süre içinde Avrupalı bütün seyyahların da sitayişle bahsettiği gibi, gürültüden hoşlanmayan Türkler'in yönetimi sırasında en küçük bir inzibat olayı dahi vuku bulmadı...
 
Barbaros, donanmasını harekete geçirdiğinde, kendisine kuru bir gösterişten ibaret olan önemsiz bir Fransız donanması da katılmıştı. Osmanlı tarihlerine göre 4 kalyon ve 8 kadırgadan oluşan 12 gemilik bu filoyu Fransız kaynakları kendilerine ait şeyleri çok büyük gösterme sevdasına müptelâ olduklarından, François de Bourbon komutasında 22 kadırga, İstanbul sefiri Paulin komutasında 18 küçük gemi ve Kont Dela Anguılara komutasında da 4 kalyondan ibaret olduğu belirtilir. Asker sayısını da abartarak 7 binden başlayıp 18 bine kadar yükseltirler.
 
Disiplinden yoksun, eğitimsiz ve deniz savaşlarına karşı bilgisiz ve cesaretsiz olan Fransız askerlerinin hareketleri Türk donanmasının disiplinli ve saygılı tavırları ile ünlü kaptanlarını ve yiğit leventlerimizi çok şaşırtmaktaydı. Küçük Fransız filosu Conte d'Enghien komutasına verilmişti. O da doğrudan doğruya Barbaros'un emir ve komutası altındaydı, Toulon'dan hareket ettiklerinden beri devamlı Barbaros'tan barut ve gülle istemeye bağlamışlar, isabetsiz ve rast gele yaptıkları ateşleriyle de, seferin sonuna kadar Türk donanmasına hiç bir faydaları dokunmamıştı. Üstelik bu istekleri de bitip tükenmemişti. Hatta bu tutumları o kadar can sıkmıştı ki, Fransız kaynaklarına dahi geçmiş olan Barbaros'un "şu Fransız askerliğine diyecek yok doğrusu, gemilerine şarap fıçıları doldurmayı unutmuyorlar da barut fıçılarını unutuyorlar" sözlerine muhatap olmuşlardı...
 
NİŞ KALESİ TÜRKLERİN ELİNE GEÇİYOR
 
Niş o sıralarda Alman İmparatoru Charles Quint'e bağlı bulunan Savoie (Savoja) Dukası’nın elindeki tek şehirdi. Türk Donanması Niş kalesini hemen bombardımana başlamıştı. Bombardımanın en ateşli anında, Fransız donanması ateş kesti. Bu anı duruma şaşırıp çok kızan Barbaros, Prens François de Bourbon'u hemen gemisine getirtip bu hareketin sebebini sordu. Barutlarının tükendiğini, Marsilya'da gemilere yüklenen fıçıların şarapla dolu olduğunu öğrenince, hiddeti daha da arttı. Çok ağır bir dille hakaretler yağdırarak, prensi gemisine geri gönderdi. Kaybedecek vakti olmadığından planını değiştirip, Niş kalesini arkadan, kara kısmından da çevirmek amacı ile donanmasını yakındaki Villa Frans (Villle France) limanına sokan Barbaros, burayı bombardıman sonucu işgal etti. Bataryalarını dağlardan aşırarak Niş şehrinin bütün ümitlerini ortadan kaldırdı. Bir yandan Niş kalesi hedefi şaşmayan Türk toplarının ateşleriyle dövülüyor, öte yandan çevresine tabyalar yapılarak hendekler kazılıyordu... Bu işlerin bu derece süratle ve akıl almaz bir maharetle yapılışını Fransızlar, uzaktan hayretle ve şaşkınlıkla seyrediyorlardı. Sonunda 20 Ağustos 1543 Pazartesi günü, Nisliler Türkler'e kaleyi teslim etmekten başka çare bulamadılar.
 
Barbaros Hayrettin Paşa anahtarları bizzat getiren validen, bunları Kanunî Sultan Süleyman adına teslim aldı. Vali şehrin affı için kendisine yalvarıp yakardı. Soylu Türk amirali, şehir kendiliğinden teslim oldu diye bu affı kabul ederek yağmalamadan vaz geçti. Bu savaş sırasında Türk leventleri yalnızca 100 şehit vermişlerdi.
 
Bütün bunlar olurken, şehrin Fransızlar'a teslimi için, Fransız gemilerinden savaşı seyredenler, Nislilerle gizli bir pazarlığa başvurarak, şehrin servetinin Türk ordusunun eline geçmemesi yolunda entrikalara başlamışlardı. Türk ordusunun kendileri gibi aç gözlü olmadıklarını düşünememişlerdi. Nitekim bunu vaktinde haber alan Barbaros, öylesine hiddetlendi ki, François de Beurbon ile sefir Paulin'i idam edilmekten ve ağır bir dayak cezasından güç halle kurtarabildiler. Buna rağmen, o asil soylu yiğit ve mert insan, şehri teslim aldıktan sonra anahtarları yine de Fransızlar'a vererek, donanmasıyla birlikte Toulon'a hareket etti. Fakat Fransızlar Nis'i feci şekilde yağmalamakla kalmayıp, suçu da Türkler'in üzerine attılar. Fransız tarihçileri minnet duygusundan uzak ve sorumsuz yazıları ile devamlı Barbaros ve Türk leventlerini hep barbar olarak gösterirken, gerçeğin bu olmadığını Enghien Dukasının amcası Vieillevîlle Markisi, hatıralarında şöyle yazmaktan kaçınmamıştır. "Nice şehri, teslim şartlarına aykırı olarak yağmalandı, sonra yakıldı. Bu hâdise Türkler'e isnat edilmek istendi. Fakat yağma başladığı vakit Barbaros ve bütün Türkler, Nice'den çoktan uzaklaşmışlardı. Bununla beraber hâlâ Fransa'nın ve Hıristiyan dininin şerefini korumak maksadıyla bu çirkin olay, zavallı Barbaros'a yüklenmek istenmektedir".
 
FRANSIZ YÖNETİCİLERİ O GÜNDEN BU GÜNE HİÇ DEĞİŞMEDİ
 
Fransa'nın XVI. yüz yılda Alman istilâsından kurtuluşu, Türk himayesi ve yıllarca Almanya'ya yapılan Türk saldırıları sayesinde olmuştu. Charles Quint'in zindanlarında ölümü bekleyen I. François'yı kurtarmak amacı ile açılan Mohaç seferi sayesindedir ki, Fransa ve kralı yeniden hayat bulabilmiştir. Alman İmparatorluğu Türk Askerî gücü karşısında sinmeseydi, bu gün Fransa diye bir devlet belki de olmayacaktı. Buna rağmen, o günden bu güne Fransızlar nedense, Türk himayesini daima nankörlükle karşılayıp, kendilerini kurtarmaya gelen Barbaros'u bile asırlar boyu barbar göstermekten vazgeçmemişlerdir. Daha Kanunî devrinde başlayan ve ancak Hıristiyan Fransa'ya yakışacak tavır ve hareketler, hâlâ da devam etmiyor mu? Osmanlı devletinin zayıf düştüğünü hissettikleri günlerde ortaya çıkarttıkları asılsız Ermeni meselesini körükleyerek, düzmece tarihler ve olaylar yaratarak tarihî bile saptırmaları, sırf Türk'ün yüceliği karşısında yenemedikleri aşağılık komplekslerini tatmin etmek değil de nedir? Elbette, yardım diledikleri günlerden kalan atalarımıza olan minnet borçlarını ödeyecekleri gün olacaktır. ve yine İstanbul'a yardım için gönderecekleri elçileri çıkacaktır.
 
BARBAROS TURGUT REİS'İ KURTARIP GERİ DÖNÜYOR...
 
Barbaros; Toulon'da Preveze savaşından sonra serbest bıraktığı Turgut Reis’in, Andrea Doria'nın yeğeni Giannetino Doria tarafından yakalanarak tutsak edildiğini ve forsa olarak küreğe bağlandığını öğrendi. Charles Quint, Andrea Doria'ya İtalya ve İspanya kıyılarında yakıp yıkmadık yer bırakmayan, ticaret şehirlerine hücum ederek sayılamayacak kadar çok Hıristiyan gemisi ele geçiren Turgut Reis için, "her şeyi bırak, bütün gücünle Turgut Reis'i yakala" emrini vermişti. O da emrindeki bütün gemileri 5 gruba ayırarak peşine düşmüş, sonunda Turgut Reis'i, Korsika adası batı kıyılarında Girolata körfezinde yakalayıp tutsak etmişti.
 
Barbaros küçük bir fidye ile damadı olan Turgut Reis'i kurtardıktan sonra boş durmayıp, file komutanlarından Salih ve Hasan Reisler vasıtasıyla İspanya'nın Katalonya sahillerini ve İtalya'yı vurarak birçok ganimet ve esirler elde etmiş ve Charles Quint'ı Crespy barışını yapmağa zorlamıştı.Touon'da kaldığı sürece şehir halkından Türk devleti adına yıllık vergiyi alarak, şehirde beş vakit ezan da okutturmuştu. Bu büyük Türk denizcisi paha biçilmez ganimet ve 14 bin esirle İstanbul'a döndüğünde, Kanunî'nin Rus asıllı karısı Hürrem Sultan'ın, onu damat vezirine rakip gördüğü için yaptığı kışkırtmalar ve Kaptan-ı Deryalık makamına göz diken diğer vezirlerin de çabaları sonucu etkilenen Kanunî, onu soğuk karşılamıştı. Bunu hazmedemeyen Türk ırkına adı daima şeref vermiş, denizlerin yiğit evlâdı, sarayın bu çalkantılı havasından bir an önce kurtulmak isteğiyle derya kaptanlığından istifa etmişti. Konağına çekilerek zamanını, vakfına ve sosyal işlere adamıştı. 4 Temmuz 1546 yılında 80 yaşında iken öldü. Yeri Cennet olsun!


Erhan DEMİRUTKU