4 Şubat 2017 Cumartesi

İbn Bibi'nin Hayatı

İçindekiler

ÖNSÖZ


Anadolu Selçuklu devletini hakkında önemli bir yeri olan ve Anadolu Selçuklu Devletinin Temel kaynağı baz alınarak hazırlanan bu yazı, Müellif ve eseri tanıma açısından bize yol gösterecek kaynaklar ile desteklenerek hazırlanmıştır.

       Moğolların yaptığı istila sonucu birçok yer yakılıp yıkılmış Anadolu viraneye dönmüştür. Geçmişe dair bütün izlerin silindiği bu dönemde bir çok yazılı kaynak yok olmuş ve geçmişe bakmamız engellenmiştir. İşte böyle bir dönemden kurtularak bugüne kadar varlığını sürdüren El Evamirü’l Ala’iye Anadolu Selçukluları hakkında geniş bilgiler vermiş ve Selçuklu Devletinin temel kaynaklarından birini teşkil etmiştir. Kendi yaşadığı dönem içerisinde geçen olayları yansıtması ve kendisinin Anadolu Selçuklu Devleti bünyesinde faal durumda olması  El Evamirü’l Ala’iye’nin birinci derece  kaynak olarak gösterilmiştir.

Hazırlanan bu eserde ise İbn Bibi’nin Selçuklular da ordu meselesine ne kadar değindiğine ve bize neler anlattığına değinilmiştir. Devlet yapısı ve yapılan faaliyetler hakkında geniş bilgiler veren İbn Bibi askeri faaliyetler hakkında teferruatlı bilgiler vermiş ve dönemi aydınlatılmasına büyük katkılar sağlamıştır.

El Evamirü’l Ala’iye gibi temel kaynak niteliği taşıyan eserlerin okunup aydınlatılması ve tarihin kapılarının aralanması bizlere düşen en büyük görevlerden sadece birkaçıdır.

GİRİŞ


Doğuştan askeri niteliklere sahip olan Türkler hayatlarının her devresinde bu niteliklerini sürdürmüş ve hangi toplumla karşılaşırsa karşılasın özlerini hiç kaybetmemiş, üstelik girdikleri toplumla etkileşimde bulunup kendilerini geliştirerek bu zamanki konumlarına erişmişlerdir. Ordu-millet anlayışıyla şekillenen hayat tarzları sayesinde birçok alana yayılmış ve birçok ülkeyi egemenlikleri altına almışlardır.

     Eski Türklerle başlayan askeri serüven İslamiyet’in kabul edilmesiyle birlikte hızlanmış ve daha da büyük bir maceraya dönüşmüştür. Türkler İslami hukuk kurallarını her alanlarında kabul etmişlerdi. Bu kabulleniş askeri alana da sıçramış ve ortaya Türk-İslam sentezinde bir askeri teşkilat çıkmıştır. Önce İslamiyet’i kabul eden devletlerin egemenliği altına girerek hayatlarını devam ettiren Türkler bu evreden sonra kendi hâkimiyetlerini kurup genişleme politikası uygulamışlardı. En hızlı genişleme politikası gösteren devletlerden biri Selçuklu devletidir. Yaptıkları fetihlerle yeni yerler ele geçirip, yeni kültürler tanımışlardır. Bu kültürleri kendi içlerinde eritip kendilerinden sonra gelecek olan devletlerin inşasını kolaylaştırmışlardır

        Üç bölüm olarak hazırladığımız bu yazı İbn Bibi’nin El Evamirü’l Ala’iye adlı eseri baz alınarak Selçuklu da askeri kültür üzerine hazırlanmıştır.

       İlk bölüm de İbn Bibi, ailesi ve yazdığı eser hakkında bilgi verilmiştir. Burada kullanılan kaynakların başında ise Adnan Sadık ve Abdülkerim Özaydın gelmektedir. İbn Bibi ile ilgili teferruatlı bilgi veren bu iki yazar daha sonra kensi makalelerin de eserin tenkidini de yapmışlardır.

       İkinci bölümde ise İbn Bibi’nin eserinde Selçukluların Askeri kültürlerine dair bilgiler diğer kaynaklar ile desteklenerek bizlere aktarılmıştır. Burada kullanılan temel kaynak El Evamirü’l Ala’iye’dir. Müellifin anlattığı her olay incelenerek askeri kültür izleri aranmıştır. İkinci kaynak ise Muharrem Kesik’in At Üstünde Selçuklular eseridir. 2011 yılında çıkan bu eser ciddi bir çalışma olup kapsamlı bir eserdir. Anadolu Selçuklularında askeri kültürü işleyen diğer kaynak eserler ise Salim Koca’nın eseri “Selçukluklarda Ordu ve Askeri Kültür”, Erkan Göksu’nun eseri “Türkiye Selçuklularında Ordu”dur.

       Üçüncü bölümde ise yabancı ordular ve bunlarla etkileşim konuları baz alınmıştır. Temel Kaynak olarak yine İbn Bibi’nin El Evamirü’l Ala’iye adlı eseri göz önünde bulundurulmuştur.

       İbn Bibi’nin El Evamirü’l Ala’iye’si kaynak alınarak hazırlanan bu yazıya daha kapsamlı bir şekil vermek için on sekiz kaynaktan faydalanılmıştır.

BİRİNCİ BÖLÜM


İBN BİBİ’NİN (EL-HÜSEYİN BİN MUHAMMED BİN ALİ BİN EL-CA’FERİ ER-RUGADİ)  HAYATI



A.    İBN BİBİ’NİN HAYATI VE AİLESİ


 


İbn Bibi Anadolu Selçuklu tarihi ile ilgili yazdığı eser sayesin de tanınmış XIII. Asır müverrihlerindendir[1]. Hayatıyla ilgili yazılı kaynaklara pek rastlanmayan İranlı müverrih, kendi yazdığı eser olan El Evamirü’l Ala’iye hem ailesinden hem de kendi yaşantısından bahsetmiştir.

Annesi Bibi Müneccime, Nişapur da Şafi cemaatinin lideri olan Kemaleddin Simnani’nin kızı ve anne tarafından ünlü fakih Muhammed Bin Yahya’nın torunudur[2]. Müneccimlik sanatını büyükbabasından öğrendiği söylenmektedir. Yaşadığı dönemde çok az kadının ilimle uğraşması Müneccime Hatun u tanınır hale getirmiş ve birçok yerde saygı görmesine vesile olmuştur. Müneccime Hatun Celaleddin Harzemşah’ın muhitinde yaşamış ve uzunca bir düre belirli faaliyetler göstermiştir[3].  1299 yılında Harzemşah’ın muhitine giden Alâeddin Keykubat’ın elçisi olan Kemalettin Kamyar Bibi ailesini tanımış özellikle Müneccime Hatun dikkatini çekmiş ve Selçuklu ülkesine döndüğünde bu maharetli aileden Sultan Alâeddin Keykubat’a bahsetmiştir. Müneccime Hatun 1233 yılında Selçukluların Harput önlerinde Eyyübilerle savaştığı sırada Sultan Alâeddin’in yanında bulunmuş ve Harput Kalesinin alınacağını haber vermiş savaş ve barışta Sultanın yanından ayrılmamıştır[4]. Savaşın başarı ile sonuçlanacağını bildiği için Sultan Alâeddin’den özel bir ricada bulunma hakkı elde eden Müneccime Hatun, “müşrif-i ferraşhane” vazifesinde olan kocasının “münşilik” vazifesine getirilmesini rica etmiştir. Sultan ise bu isteği yerine getirmiştir.

Babası Mevcüddin Muhammed Tercüman ise Kur-i Sorh seyyidlerindendir. Cürcan’ın ileri gelen bir ailesine mensup olan Muhammed Tercüman Harzemşah Alâeddin Muhammed Cüveyni’nin büyük babasıdır[5]. Şemseddin Muhammed Bin Bahaeddin Muhammed tarafından güçlü bir münşi olarak yetiştirilmiş, şöhret olmuş ve Harzemşahlılar devletinde görevini sürdürmüştür. Selçuklu Devleti ile Harzemşah Devleti arasında yapılan Yassı Çemen(1230) savaşından sonra Dımaşk’a gittiği bilinmektedir. Alâeddin Keykubat tarafında Konya ya davet edilmiş ve 1233-1234 yılları arasında Anadolu Selçuklu Devleti’nin başkenti olan Konya “divan kâtipliği” yapmış ve çeşitli zamanlarda Bağdat, Şam, Alamut ve Moğol Karargâhına elçi olarak gönderilmiş ve bu yaptığı görevden dolayı “tercüman” lakabını almıştır.[6] 1270 yılında vefat ettiği kaynaklarda geçmektedir.  Bu bilgilerden yola çıkarak Bibi ailesinin 1231-1233 yılları arasında Anadolu’ya geldikleri ve Selçuklu Devleti’nin hizmete girdiklerini söyleyebiliriz.

İşte böyle bir ailenin çocuğu olan Nasıreddin Hüseyin İbn Bibi ismiyle tanınmıştır. Anadolu Selçuklu Devleti zamanında babasından miras kalan emir unvanını almış ve Emir Nasıreddin olarak da anılmıştır. Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında ise ölen babasının yerine “divan-ı tuğra” reisliğine getirilmiştir. İbn Bibi eserine Ata Melik Cüveyni’nin isteği üzerine yazmaya başlamıştır[7].

B.     EL-EVAMİRÜ’L-ALA’İYYE Fİ’L-UMURİ’L-ALAİYE



Anadolu Selçukluları’nın 1192-1280 yılları arasındaki devresi hakkında temel kaynak olan El-Evamirü’l-Ala’iyye Fi’l-Umuri’l-Alaiye Selçukluların yaklaşık bir asırlık dönemini ele almaktadır. Kitabın isminde yer alan Ala’iyye kelimelerinden birincisi ünlü tarihçi ve Moğolların Bağdat valisi olan Alâeddin Ata Melik Cüveyni’ye itafen yazılmış, ikincisi ise Anadolu Selçuklu Sultan Alâeddin Keykubat’a nispetle yazılmıştır[8]. Alâeddin Ata Melik Cüveyni ile kardeşi Şemseddin Muhammed Cüveyni’nin hizmetine giren ve onların yakın dostu olan İbn Bibi,  Alâeddin Ata Melik Cüveyni’nin kendisinde Bilad-ı Rum’un yani Anadolu’nun fethinden başlamak üzere bir Anadolu Selçuklu tarihi yazmasını istediğini söylemektedir[9]. Ancak İbn Bibi, önceki vakayinameleri iyi inceleyemediğinden ve malzeme yetersizliğinden dolayı esrine I. Gıyaseddin Keyhüsrev devri ile başlamayı uygun bulduğunu yine eserinde bizlere aktarmıştır[10]. 1192 yılından itibaren başlayan eser, Türkiye Selçuklu Meliki II. İzzeddin Keykavus’un 1280’de Anadolu’ya geçişi ile İlhanlı Hükümdarı Abaka’nın Harput, Malatya ve Sivas bölgesinde onun hâkimiyetini tanıması bahsi ile sona ermektedir[11]. I. Gıyaseddin Keyhüsrev ve I. İzzeddin Keykavus dönemi hakkında kısa bilgiler verdikten sonra I. Alâeddin Keykubat dönemini ayrıntılı bir şekilde aktarmıştır. I. Alâeddin Keykubat döneminden sonra meydana gelen siyasi ve idari karışıklıklar hakkında da bilgi veren İbn Bibi I. Alâeddin Keykubat’ı her yönden idealize ederek tasvir etmiştir[12]. Bu döneme ait bilgilerin büyük çoğunluğunu Melikü’ş-şuara Bahaeddin Ahmet bin Mahmut Kanii-yi Tusi’ye dayanarak vermiş olan İbn Bibi, bu özelliği temel kaynak statüsü kazanmıştır.

       İbn Bibi eserini oluştururken şahsi duygularını kullanmaktan çekinmemiştir. Selçuklu hanedanına karşı şükran duyguları beslemesi ve olayları anlatırken bunların etkisinde kalması buna örnek olarak gösterilir[13]. Devlete karşı gelerek zaman zaman karışıklık çıkaran Türkmenler zümreler hakkında da olumsuz düşüncelere sahiptir. Eserini Moğol hâkimiyeti döneminde yazıp bir İlhanlı devlet adamına sunmuş olduğundan kanaatlerini açıkça ortaya ifade edememekle birlikte Moğolların Selçuklu Devleti’ne karşı güttükleri şiddet politikasını ve Anadolu’da yaptıkları maddi ve manevi tahribatı çeşitli vesilelerle dolaylı olarak anlatmaktan çekinmemiştir. İranlılara karşı bir sempati duymakla beraber devlet işlerindeki hatalarından dolayı onları maruz görmemiştir. Mesela Rum asıllı Celaleddin Karatay’ı olumlu icraatlarından dolayı överken, Sahip Şemseddin Isfahanı ve Sahip Şemseddin Tuğrai’yi devlet aleyhine zararlı faaliyetleri bulunduğundan dolayı tenkit etmiştir[14].

       İbn Bibi sultanların siyasi faaliyetlerini edebi bir üslupla anlatmış, toprak idaresiyle bilhassa ikta, mülk ve hibe türü toprakların varlığına dair ilk bilgilere yer vermiştir. Eserinde şehirler hakkında çok az bilgiye yer vermiştir. Toplumun daha çok üst tabakalarıyla ilgili bilgiler vermiş, etnik ve dini bilgiler kimliklerden ziyade ayan, iğdişler ve halkın ileri gelenlerini ön plana çıkartmıştır. Saraydaki eğlence ve düğünlerden de bahsetmiş, ancak devlet hazinesinin durumu hakkında bilgi vermemiştir. Moğollara karşı itaatkâr bir politika izlenmesi taraftarı olan İbn Bibi, devletin dış politikası ile ilgili olarak Anadolu Selçuklu- İlhanlı münasebetleri konusunda da bilgi vermiş, diğer devletlerle olan ilişkilerden hiç bahsetmemiş veya kısaca temas etmekle yetinmiştir[15]

       İbn Bibi eserini bizzat şahit olduğu olaylara, görüp işittiği haberlere ve belgelere dayanarak kaleme almış ve herhangi bir yazılı kaynak kullanmamıştır. Bu durum, kendi yaşadığı devrin dışındaki olaylar hakkına verdiği bilgilerin değerini azaltmaktadır. Olayları anlatırken kronolojiye dikkat etmemiş ve olayları birbiri ile irtibatlandırmamıştır. Halk arasında yaygın şifahi rivayetlerden faydalanan İbn Bibi zaman zaman inanılması güç hikâyelerde anlatmaktadır.  Bu nedenle eserin başlangıç kısmı tam manası ile vakayiname sayılamaz. Bu kısımda sarih kronoloji verilmediği gibi, olaylar tam manası ile anlatılmamış ve inanılması güç hikâyeler eklemiştir[16]. Bununla beraber bu kısımda da bazı önemli olaylara hiç yer vermemiş veya gerektiği gibi yansıtmamıştır. I. Alâeddin Keykubat ve halefleri döneminde yaşadığı için bu dönemdeki hadiselere şahit olması ve bu dönemde yaşayan bazı tarihçilerin fikirlerinden faydalanması sebebiyle hususi bir değer taşımakta ve Anadolu tarihinin devresi için halen elimizde bulunan en mühim yerel kaynağı teşkil etmektedir[17]. Selçuklu hanedanına duyduğu minnet ve şükran sebebiyle hanedan aleyhine değerlendirilebilecek olaylara hiç temas etmemiştir. Mesela Alâeddin Keykubat’ın oğlu Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından zehirlenmesi hadisesine ve yine bu hükümdarın Gürcü Prensesi Tamarra ile evlendirilmesinden hiç bahsetmemiştir[18]. İbn Bibi, tarihi olayları bütün ayrıntıları ile ortaya koymak yerine edebi ve sanatkârane bir üslup içinde nakletmeyi tercih ettiği için ediplik yönü tarihçilik yönünden daha ağır basmaktadır. Bu yüzden birçok hadisenin tarihini kaydetmemiş, buna karşılık Şark-İslam edebiyatında asırlardır bilinen nasihat ve tavsiyelere yer vermiştir[19].

       El-Evamirü’l-Ala’iyye’yi bir tarih kitabı olmaktan ziyade VII. Yüzyıldaki parlak İslam kültürünü yansıtan bir hatırat kitabı olarak değerlendirmek daha doğrudur[20]. İbn Bibi Anadolu Selçuklu Devleti’nin sadık bir hizmetkârı, saray görevlisi ve yüksek bürokrasisinin bir mümessili sıfatıyla kaleme aldığı eserinde Anadolu’nun siyasi, içtimai, idari, iktisadi ve kültürel hayatından hakiki ve cazip tablolar çizmiş, ancak çağdaşı olduğu halde Mevlana Celaleddin Rumi ve Hacı Bektaşi Veli gibi meşhur simalardan hiç bahsetmemiştir[21].

       El-Evamirü’l-Ala’iyye’yinin asıl mufassalı Ayasofya Kütüphanesinde 2985 numarada kayıtlı bulunmakla birlikte neşri yapılmamıştır[22]. İlk defa Adnan Sadık Erzi tarafından önsöz ve fihrist ilavesiyle tıpkıbasım halinde yayınlanmıştır. Daha sonra ise Kurt Erdmann eserin içerisindeki sanat tarihi kavramlarını temel alarak bir eser hazırlamıştır. Eserin tamamını Türkçeye tercüme eden Mürsel Öztürk olmuştur.

       Mürsel Öztürk’ün yaptığı bu çalışma sayesinde Arapça bilmeyen araştırmacılarda bu eserden faydalanma imkânı bulmuştur. Yazar eserin tercümesini yaparken dipnotlar ile yer ve kişi adları hakkında bilgi vermiştir. I. Alâeddin Keykubat döneminin sonuna kadar ki dönemi birinci cilt olarak almış, kalan kısmı ise ikinci cilt olarak almıştır.

       Mürsel Öztürk’e göre El-Evamirü’l-Ala’iyye günümüze üç şekil halinde gelmiştir. Bunlar;

v  1. Esas metin: Bu eserin bugün elimizde tek bir nüshası bulunmaktadır. Selçuklu sultanı III. Gıyaseddin Keyhüsrev’in hazinesi için 1280 yılına İbrahim El-Kayseri tarafından istinsah edilmiş olan bu nüsha Ayasofya Kütüphanesinde 2985 numarada kayıtlıdır.

v  2. Muhtasar: Eserin Farsça olarak özenle yapılmış ve aslında bulunmayan bazı tarihler içren bu muhtasarı, 15.yüzyıla ait bir nüsha halinde Paris Milli Kütüphanesinde bulunmaktadır. Muhtasar adı bilinmeyen bir yazar tarafında büyük bir titizlik ile meydana getirilmiş ve gerçeğindeki süslü ifadelerden temizlenerek daha anlaşılır hale getirilmiştir. Muhtasarcı Cemaat-i İhvan isimli bir grubun eserin üslubundan şikâyet ettiğini ve bu muhitin eserden daha fazla yararlanmasını sağlamak için böyle bir sadeleştirmeye gittiğini söylemektedir. Eserin tamamı Houtsma tarafından 1902 yılında neşredilmiştir.

v  3. Tarih-i Al-i Selçuk veya Oğuz name: El-Evamirü’l-Ala’iyye’yinin II. Murat zamanında yapılan Türkçe çevirisi, Yazıcı zade Ali’nin Tarih-i Al-i Selçuk veya Oğuz name’sinin üçüncü bölümünü teşkil etmektedir[23].

C.    İBN BİBİ’NİN NAKLETTİĞİ ŞİİRLER



El-Evamirü’l-Ala’iyye Farsça düz yazılmış olmasına rağmen içinde çok sayıda Arapça ve Farsça şiirler nakledilmiştir. Bu şiirlerden bir kısmı ise İbn Bibi ye aittir. İbn Bibi naklettiği şiirlerden bazılarının yazarların isimlerini nakletse de bazılarından hiç bahsetmemiştir.

Ünlü İran şairi Faryabi’nin Rüknedddin Süleyman Şah için yazığı şiiri İbn Bibi bize aktarmıştır[24]. İmam Celaleddin Verkani, Şemseddin Isfahanı, Nizameddin Erzincani ve Tusi, İbn Bibi’nin diğer şiir naklettiği şairlerdir. Şiirlerinin çoğunu Tusi’den nakleden İbn Bibi, bu şiirlerin Tusi’ye ait olduğunu yazdığı eserde belirtmemiştir. 

İKİNCİ BÖLÜM


İBN BİBİ’NİN ESERİNE GÖRE TÜRKLERDE SAVAŞ KÜLTÜRÜ


 


A.    SELÇUKLULARDA ORDUYU OLUŞTURAN UNSURLAR



1.      DAİMİ KUVVETLER



a.      GULAM



Kelime anlamı olarak Gulam, ergenlik çağa gelmemiş erkek çocuk, hizmetçi, köle anlamları taşımaktadır. Esir veya köle olarak hizmete alınan kimselerin, kabiliyetleri ve aldıkları eğitim neticesinde kazandıkları becerileri doğrultusunda başta ordu olmak üzere çeşitli devlet hizmetlerinde istihdam edilmesi suretiyle işleyen mekanizmaya Gulam Sistemi denilmektedir[25]

Temellerinin ilk defa Hazreti Ömer döneminde atıldığı bilinen Gulam sistemi, Selçuklu veziri Nizamü’l-mülk döneminde sistemli hale getirilerek Selçuklu Devletinin vazgeçilmez unsurlarından biri olmuştur.

İbn Haldun Gulam sisteminin doğuşunu iki nedene bağlamaktadır; “Hükümdar birinci evrede zafer ve maksatlara ulaşmak için her şeyi kendi kavmine dayandırır. İkinci evrede ise kendi kavmini devlet idaresinden uzaklaştırıp ücretli askerler ile devleti geliştirme ve yüceltme evresine girer. Amaç otoriteyi tek elde toplamak ve devleti kuvvetlendirmektir”[26]. Nizamü’l-mülk ise ortaya çıkan bu nedenleri destekler mahiyette, orduyu oluşturan askerlerin hepsinin bir soydan olması halinde bunların çok çalışmayacakları, bunun önüne geçmek için ise muhtelif etnik kökenlere mensup askerlerden oluşan muhtelit bir ordu kurulması gerek olduğunu söylemiş ve bu nedenle Gulam sistemini düzenli hale getirmiştir.

Selçuklu döneminde ki gulamların varlığını ve faaliyetlerini anlatan en önemli eser şüphesiz ki İbn Bibi’dir. İbn Bibi bu eserinde Gulam sisteminden ve bu sistemin Selçuklularda işleyişinden ayrıntılı bir şekilde bahsetmiştir. İbn Bibi gulamların etnik kökenleri ve devşirme yolları ile ilgili bilgi verdikten sonra gulamların eğitimleri, saray hizmetinde kullanımları hakkında bilgi vererek nasıl yüksek hükümet makamlarına ve askerlik makamlarına geldiklerinden bahsetmektedir[27].

İbn Bibi eserinin birçok bölümünde Gulam’dan bahsederek bunların nasıl faaliyet içerisinde bulunduklarını anlatmıştır. Sayıları hakkında bilgi vermese de bunların yetiştiren Gulam hanelerden bahsetmiştir.

Gıyaseddin Keyhüsrev’in ülkesinden ayrılmasının ardından gurbette başından geçenlerin anlatıldığı bölümde Sultan’a ve onun kölelerine kötü davranıldığından ve hatta kavgaya girişildiğinden bahsetmiştir[28].

Gulamların kimliklerine bakılmaksızın üstün görevlere geldiklerini yine İbn Bibi’nin eserinden öğrenmekteyiz. Mesela Rus asıllı köle olan Şemseddin Has oğuz’un üstün fazileti ile Emirliğe getirildiği ve güzel söz söylemede iyi yazı yazmada mükemmel belagatte ve kâtiplikte eşsiz bir kabiliyete sahip olduğundan bahsedilmiştir[29]

Sahip Şemseddin’in hüküm makamında ve büyüklük mevkiinde bağımsız olması konusunda bahseden İbn Bibi burada gulamların fiziksel özelliklerinden dahi bahsederek şunları söylemiştir. “ O zaman ay yüzlü, Zühre yanaklı, küpeli Gulamlar, şeytan ifritleri ürkütüp kaçıran, kötülük isteyenlerin kanının döken şimşek gibi parlayan kılıçlarıyla tahtın arkasında durup saf tutarlardı”.[30]

Melik Aziz’in annesi Sultan İzzettin’in Şam ülkesine saldıracağını duymuş ve sıkıntıyı engellemek için harekete geçmiştir. Harekete geçtiği sırada sultanın en yakın Gulamlar vesilesi ile sultanla haberleşme sağlamıştır[31]. Yine aynı bölümde Sultan’ın emirleri ile görüşmek istediğini ve Gulaman-ı Has adını verdiği özel kölelerinin kılıçlarını kuşanarak emirler çadırdan çıkana kadar çadıra kimseyi yaklaştırmamaları konusunda talimat verdiği görülmektedir[32]. Bu Özel Köleler Sultan’ın Otağının çevresini kuşatma altına almışlardı. Bazıları yılana benzeyen mızraklarını doğrultmuşlar, bazıları şimşek gibi parlayan kılıçlarını kınlarından çıkarmışlar bazıları ise omuzlarında ağır gürzler olduğu halde atları üstünde beklemeye başlamışlardı[33].  Bu verdiği bilgiye bakarak Sultanı korumak için özel Gulamların olduğunu ve bunların ayrı ayrı sınıflara ayrılarak Sultan’a hizmet ettikleri görülmektedir. Yine bu Özel Gulamların kullandıkları silah çeşitlerine göre gruplara ayrılarak vazifelendirilmesi bu kaynak sayesinde bilinmektedir.

Devlet emirlerinin ve ülke büyüklerinin şehzadeler arasından bir sultan seçmek ve yöneticilik ve saltanat dizginini onun yetenekli eline bırakmak içi görüş alışverişinde bulunmaları konusuna değinen İbn Bibi Şehzadeye durumu ifade etmek için Şehzadenin kapalı tutulduğu odaya girmesi gereken Çaşnigirlerin dahi özel görevli bir Gulamla içeri girebileceğini belirtmiştir[34].

Sultan Alâeddin Keykubat’ın Başkent Konya’ya girişinden sonra ki Anadolu’nun içtimai ve siyasi yapısından da bahseden İbn Bibi Sultan’a Bağlılığını bildiren emirler ve serverler Sultan’a ay yüzlü gulamlar hediye ettiklerinden bahseder[35].

Emir Komnenos’un da bu gulamlardan yararlandığını eserinde belirten İbn Bibi, Komnenos’un, silahını kuşanarak samimiyetine güvendiği gulamlarından birkaç kişiyi saray bahçesinin duvarları üzerinde nöbet tutmaya başlatmıştır[36].

İbn Bibi eserinde Gulaman-ı has adını verdiği Sultan’ın hassa kullarından da bahsetmektedir. Bunların her zaman silahlı olarak sarayın sofasında muhafızlık ettiklerinden bahsetmektedir[37].

Naib Seyfeddinin Emir Komnenos’un adamlarına saldırması ve bunun Emir Komnenos tarafından Sultan Alâeddin’e bildirilmesi üzerine, Sultan Alâeddin aman mendili vererek büyük kölelerin rızıklarını aramak için serbest bırakılmaların küçük kölelerin yani gulamların ise Celaleddin Karatay ‘a verilmesini diğer kölelerin ise tımar sahibi yapılmak için Gulamhanelere verilmesin emretti[38].

İbn Bibi Moğol birliklerinin Sivas’a kadar gelmesinden endişelenen Sultanın Emir Kemalettin Kamyar’a sayarın özel kölelerinden ve dergâhın özel kölelerinden (gulaman-ı dergâh) oluşan bir birlik hazırlamasını söylediğini ve tam teçhizatlı olarak yola çıkarttığını yine eserinde bize aktarmaktadır[39].

Gulamlar Selçuklu devletinde özel yer teşkil etmekte ve dönemin tarihi kaynaklarında isimlerine ve yaptıkları işlere sıkça rastlanmaktadır. Her alanda faaliyetleri görülen gulamlar bazen anlaşma yapılan veya ilişki kurulmak istenilen devletlere hediye olarak gönderilmiş, bazen de devletin en üst kademesinde bulunan Sultan’ın en yakınında bulunmuşlardır. Aldıkları eğitim neticesinde devletin her alanında rol oynaması sağlanmış ve devletin sadık birer adamları olmuşlardır

b.      İKTA VE İKTA ASKERLERİ



İkta sistemi devletin tasarrufu altında bulunan arazi ve taşınmaz malların işletme veya faydalanma hakkının kişilere tahsis edilmesidir[40]. İkta sistemi Selçuklu veziri Nizamü’l-mülk tarafından sistemli hale getirilmiştir. Moğol istilasından önce Anadolu Selçuklu devletinde iktaların çok yaygın olduğu görülmektedir.

Selçuklularda tıpkı kendilerinden önceki Türk Devletleri gibi hâkim oldukları toprakların bir bölümünü Türkmen beylerine, kumandan ve beylere askeri ikta olarak vermiştir. İkta sahibi beyler her an sefere hazır durumda bulunan sipahiler (süvariler) beslerdi. Selçuklularda, sipahi adı verilen askerler tıpkı gulamlar gibi çeşitli milletlerden seçilen unsurlardan meydana getirilirdi. Selçuklularda her elli sipahi bir müfreze birlik oluşturmaktaydı. Bunların başında ise Elli Başı denilen birer komutan bulunmaktaydı[41].

Doğrudan doğruya Sultanın şahsına bağlı olan hassa birliklerine yani süvarilere Büyük Selçuklularda sipahsalar, Türkiye Selçuklularında ise beylerbeyi adı verilen yüksek rütbeli askerler emir ve komuta etmekteydi[42]

İbn Bibi de iktalı askerlerin varlığından bahsetmiş ve bunlarla ilgili çok ayrıntılı olmasa da bunların mahiyetleri hakkında bilgi verilmiştir. İbn Bibi’nin eserinden anlaşıldığına göre; Anadolu Selçuklularında ikta tevcihinin Divan-ı Pervanegi de yazıldığı[43] ve bunların sicil defterlerine kaydedildiğini aktarmıştır.

İbn Bibi eserinde tımar kelimesini sadece bir defa kullanmıştır. Alâeddin Keykuabatın büyük emirleri tasfiyesinden sonra geri kalan emirlerin tımar’a sahip olmaları için gulam hanelere gönderilmesinden bahsedilmiştir[44].

İbn Bibi’nin ikta ile ilgili ilk kaydına II. Rükneddin’in tahta geçtiği dönemde rastlanmaktadır[45]. İktaların Sultan ve Sultan adına büyük devlet ricali tarafından belli bir hizmet karşılığı ve ya bağış şeklinde tevcih edildiği bizlere aktarılmıştır[46]. İbn Bibi Sadeddin Köpek’in Rum memleketlerinin büyüklerini öldürmesi konusundan bahsederken burada ikta ya değinmiş ve Sadeddin Köpeğin Emir Taceddin Pervane ile uğraşmaya başladığını ve bunun sonucu olarak Emir Taceddin’in İkta’ı olan Ankara’ya gittiğini aktarmıştır[47].

Gıyaseddin Keyhüsrev’in Selçuklu tahtına oturması ile birlikte Gürcü Melikesi ile evlenmesi hadisesinden bahseden İbn Bibi, Sultan’ın halvet gecesinden sonra dergâhına geçtiği, karşısına gelen emirlere seçkin hediyeler verdiği ve hatta Sultanın dergâhına gelen Gürcü Emir ve aznavurlara büyük iktalar ve çok sayıda bağışlar verdiğini söylemektedir[48].

Kayır Han’ın Zamantı kalesine hapsedilmesinden sonra Harezmli bazı beyler korkup kaçmış ve Suriye taraflarına yol almıştır. Sultan bunların geri gelmesini sağlamak amacı ile İbn Bibi’nin babası Tercüman’ı bu beylere elçi olarak göndermiştir. Bu beyler gelen elçiyi saygı ile karşılamış ve “ele geçirdikleri memleketleri Sultan’ın ülkesi saydıklarını ve buraların kendilerine İkta olarak verilmesi sonucunda buraları canla başla koruyacaklarını ifade etmişlerdir[49].
Amid şehrinin Sultan’ın kulları tarafından fethedilmesinden sonra Amidlilerin tarlalarını Divani vergilerden ve avarizden mükellefiyetinden muaf tuttular ve onlar İkta vaadinde bulunulduğu İbn Bibi’nin eserinde geçen diğer önemli bir bilgidir[50].

Sultan Gıyaseddin Keyhüsrev’in Moğol ordusun ile savaşmak için asker toplaması konusunu ele alan İbn Bibi, Sultan ile emirlerin görüştüğünü ve asker toplamak için Müslüman ve Hıristiyan meliklerin gönüllerinin alınması gerektiğini, mevkilerine göre isteklerini yerine getireceklerine dair fermanlar gönderilmesi kararlaştırılmış ve birçok ülkeye elçiler gönderilmiştir. Sis Melikine giden Şemseddin Isfahanı Erakliye’nin Sis Melikine ikta olarak verileceğini buna karşılık Melikin kendi askerleri dâhil olmak üzere ücretli Frank askerlerini de alıp Sultan’ın emrine girmesi kararlaştırılmıştı[51]. Sultan kıştan beri hazırlanmış olan iktalara bağlı sipahilerden ve ücretli askerlerden meydana gelen 70 bin kişilik ordusunun şenlikler içerisinde Sivas’a hareket ettiği söylenmektedir[52]

I.İzzeddin Keykaus’un Güzel huylarından bahsederken onun divanı tarafından bağışlanmış olan iktanın hiçbir zaman eksilmeyeceğini ve değişmeyeceğini, bu iktanın sahibi ölürse bu İktanın ailenin geri kalanlarına verilmesi sisteminin uygulandığından bahsedilmektedir[53].

Alâeddin Keykubat’ın Erzurum’u fethetmek için yine iktalar vermiş ve buralardan asker temin etmeye çalışmıştır[54].

Köganya kalesinin fethi ve Melik Muhammed'in oradan düşürülmesinde de yine iktanın payı büyüktür. Çünkü Sultan Köganya’nın Sultana bağlanması neticesinde Kırşehir’i ikta olarak vereceğini vaat etti. Bunun sonucunda Melik Muhammed Sultanın elini öptü[55].

Sultan Alâeddin Keykubat Çemişkezek Kalesinin fethinde başarı gösteren komutanlara iktalar vererek yine onları ödüllendirmiştir. Mubarezeddin çavlı bunlardan en önemlileridir[56].

Sultan Alâeddin döneminde Kâhta Kalesinin fethinde rol alan Emir Mubarezeddin Çavlı buradaki halkın teslim olması halinde onların iktasız bırakılmayacağı, gitmek isteyenlere karışılmayacağını söylemiş ve sonucunda kale teslime hazır hale gelmiştir[57].

I.İzzeddin Keykaus’un Şam’a hareket etmesi ve buradaki Merzuban kalesini ele geçirmek istemesi sonucunda,  Melik bu kalenin elinden alınması neticesinde kendisinin yaşayacak bir yeri olmadığın ve kendisine ikta verilmesini talep etmiştir Huni vilayeti ona ikta olarak verilmiştir[58]. Bu kalenin sübaşılığına ise emir Nusrettinin kardeşi verilmiştir.

Sultan Alâeddin’in Başkent Konya’ya girişi esnasında iktalı süvarilerden oluşan elli silahdarın hazır vaziyette siperlere yerleştirildiği herhangi bir tehlike anında harekete geçmeleri için hazır bulundukları müellif tarafından bize aktarılmıştır[59].

 Ermen, Ahlât ve diğer bölgelerin fethinden sonra Sultan’ın emrinde bulunan Emirlerden bazıları Ermen taraflarına giderken yanlarında 10 bin kişilik iktalı sipahilerden de oluşan bir kuvvet götürmüş ve divan kurmuşlardır[60].

Harran, Urfa, Rakka ve oraya bağlı yerlerin fethi esnasında Melikü’l- ümera olan Kemaleddin eski ve yeni askerlerden İktalı Sipahilerden ve ücretli askerlerden oluşan 50 bin kişilik süvari ile harekete geçti[61].

Bütün bunlardan anlaşılacağı üzere Selçuklu devletinde hem ikta’dan hem de iktalı askerden söz etmek mümkündür. Sultan savaş anında askere ihtiyacı olduğunda haberciler vasıtası ile emrinde ulunan ikta sahibine haber vermiş ve asker toplanmasını sağlamıştır. Başka bir açıdan bakıldığında ise Sultan hazineden ve devlet bütçesinden ayrıca bir para ayırmadan emrinde her zaman hazır askeri birlikler teşkil etmiştir. Bu sayede savaş için her zaman hazır bulunulmuş ve karşıdan gelen tehlikeler yine bu hazır birlikler sayesinde fazla ilerlemeden durdurulmuştur.

Sultan savaş yapacağı ya da sefere çıkacağı dönemde çevre devletlerle anlaşma yapmak ve onlardan gelen tehlikeleri engellemek için iktalar vererek onları kendi safına çekmeye çalışmıştır. Fethedilecek kalelerin sahiplerine kaleyi teslim etmeleri halinde kendilerine iktalar verileceği söylenmiş ve birçok kale bu şekilde teslim alınmıştır. Bazı kale sahipleri ise Sultandan özel talepte bulunarak ikta istemişler ve böylece kendilerini yaşam garantisine alarak geçim sağlamışlardır.

2.YARDIMCI KUVVETLER


a. UÇ KUVVETLER


      

        Türkmenler ve uç kuvvetler Türkiye Selçuklu devletinin kurulmasında ve korunmasında büyük roller üstlenmiş önemli bir askeri güçtür[62]. Türkmenler başlarında bulunan beyler idaresinde büyük bir hızla Anadolu’nun fethini gerçekleştirmeye başlamıştır. Türkiye Selçuklularının kurulmasından itibaren kademe kademe Bizans İmparatorluğu, Trabzon Devleti ve Kilikya Ermeni Krallığı sınırlarındaki uç bölgelere yerleştirilen Türkmenler,  hem Selçuklu Devleti’nin sınırlarını bu Hıristiyan unsurlara karşı koruyorlar hem de bu sınırların dışına çıkarak akınlarda bulunmak suretiyle yeni yerlerin fethini sağlıyorlardı[63]. Bu devletlere sınır olan uçlar batı kuzey ve güney uçları olarak isimlendirilmiş ve batı uç bölgesi eski Türk devletinin yapısındaki ikili sisteme göre “sağ ve sol” olarak ikiye ayrılmıştır. Sağ kolun merkezi Kastamonu olarak belirlenmiş ve uç beylerbeyliğine Hüsameddin Çoban getirilmiştir. Sol kolun merkezini ise Ankara oluşturmaktaydı. Buranın Beylerbeyiliğini ise Seyfeddin Kızıl üstlenmişti[64].

Uç beylerbeyi, Türkiye Selçuklularından aldıkları izinle zaman zaman yeni yerler fethetmek suretiyle topraklarını ve hâkimiyet sahaların genişlete bilmekteydiler. Savaş ve sefer zamanlarında uç beyleri ve beylerbeyi emirlerinde ki kuvvetler ile Selçuklu merkezi ordusuna katılmak ile yükümlüydüler.

İbn Bibi’nin eserine göre savaş ve sefer zamanları bu beylere tıpkı tabi devletlere olduğu gibi fermanlar gönderilirdi. Müellif bu konuyu şöyle aktarır;  “Sultan asker hazır etmeleri için uç bölgelerine fermanlar yazmaları buyrulunca divan kâtipleri hiç vakit geçirmeden bu fermanları özel kâğıtlara yazdılar ve muhafız kulların eliyle gidecekleri yere yolladılar”[65]. Yine İbn Bibi’nin eserinde bunlardan “hudut muhafızı olan yiğitler ve halkın seçkinleri” olarak bahsedilmesi[66] onlara verilen değeri ortaya çıkartmaktadır. İbn Bibi eserin başka bir bölümünde ise uç kuvvetlerine Ümera-ı Etraf ismini vermektedir.

İbn Bibi Yağıbasan’ın üç oğlunun Sultan Gıyaseddin döneminde uç beyleri olduğunu ve bunların rolünü şu şekilde aktarmıştır; “Bu üç kardeş uç vilayetlerin önderi, yöneticisi ve komutanı idiler. O bölgelerin bütün komutanı ve beyleri onların tarafları ve emirlerinin uygulayıcısı idiler. Bu yüzden hiç zorluk çekmeden etraf ve vilayetlerin emirlerini Sultan Gıyaseddin tarafına çevirdiler.”[67] 

Melikü’l- ümera Muzaffereddin Mahmud Bin Yağıbasan Hacib Zekeriya’yı Sultan Gıyaseddin'i çağırmak için göndermiş ve Zekeriya burada Sultan ile görüşerek ona şunları söylemiştir; “Yağıbasan’ın oğulları ve diğer uç beyleri efendimizin ölmüş olan devletini diriltmek için ona Mesih nefesini üflemekte ve Musa’nın kerametini göstermektedir. Saltanat ordusu da bu uç beyleri ile aynı görüştedir” diyerek onların davet mektuplarını ortaya koymuştur[68]. Sultan Gıyaseddin ülkesinin başına geçince daha Konya’ya varmadan uç işlerini yoluna koymak, onların eksikliklerini gidermek ve oradaki beylerle görüşerek önce onların düşüncelerini aldığı müellifin eserinde bizlere aktarılmıştır[69].

Büyük Sultan Alâeddin Keykubat’ın Konya da tahta oturuşu sırasında otağına özel olarak kabul ettiği bazı devlet adamlarına “uç bölgesindeki emirlere Sultan’ın Konya’ya huzur içinde gelip oturduğunun haber verilmesi emretmiştir”[70].

İzzeddin Keykaus’un Sinop tarafında Tekfurun yaptığı zulümleri haber alarak bu bölgeye doğru harekete geçmesini sağlayan Sınır Muhafızları olan Uç Beyleridir. Sultana mektup yazarak Tekfurun hareketlerini anlatmışlar ve haddini aştığını yazmışlardır[71].

Babai İsyanın bastırılması meselesinde Sultan Erzurum’da bulunan uç bölgesini koruyan askerlere haber göndermiş ve “en kısa zamanda düşmanın çıkarttığı karışıklığın giderilmesi hususu sağlanmasa padişahlık yetkisinin ve saltanatın elden gideceğini” haber vermiştir. Bunun üzerine uç bölgesindeki askerler Sivas’a hareket etmiş ve büyük ordu gelmeden işlerini bitirmişlerdir[72].

Sultan Gıyaseddin’in Moğol ordusu ile mücadelesinde Sultanın Uç kuvvetlerden yardım istediği ve bu uç beylerinin adam ve asker topladıklarını bildirmek için Sultan’ın huzuruna çıktıkları yine müellif tarafından bize aktarılmıştır[73].

 Moğollar ile mücadele sırasında Baycu Noyan’nın Rum askerlerinin kımıldayacak hali kalmadığını gördüğünü ve askerlerine geri dönüp ok yağdırmalarını emrettiği bu esnada Uç askerlerinden meydana gelen aradaki bütün askerlerin şahit edildiği İbn Bibi’nin aktardığı bir diğer husustur[74].

Sultan İzzeddin Keykaus’un saltanat tahtına oturmasından sonra da düzenlenen törenlerde emirler ve asker sahipleri gibi Uç komutanlarında kulluğa yüz koyduğu anlatılmaktadır[75].

 Sahip Şemseddin ve Şerefeddin arasındaki dostluğun düşmanlığa dönüşmesi meselesini aktaran müellif, Şerefeddinin yaptığı taşkınlıkları gidermek için Sahip’in elçiler gönderdiğini Şerefeddin’e özel gelirlerden 500 bin dirhem verilmesini fakat buna karşılık Uç bölgelerini korumasını istediğini ve imam ile Uç emirleri huzurunda onunla anlaşma yapıldığını aktarmıştır[76].

Uç bölgelerinin her zaman Sultan tarafında olmadıkları ve bazı dönemlerde ayaklanma çıkarttıkları görülmektedir. İbn Bibi’nin anlattığına göre, Uç bölgesinde Ahmet adında birinin ayaklandığı ve bunun Sultan Alâeddin’in oğlu olduğunu iddia ettiği, buradaki Türk topluluklarının ise ona inandıkları bu olayı bastırmak için bütün seçkin askerlerin harekete geçtikleri anlatılmaktadır[77].

Baycu Noyan’ın ikinci defa Rum ülkelerine saldırması neticesinde Sultan ülkenin her yanına fermanlar göndermiş ve uç bölgelerden gelen sayısız askerin Konya ovalarında toplandığı aktarılmıştır[78].

İbn Bibi’nin ve diğer yazarların verdiği bilgilerden anlaşılacağı gibi uç bölgesinde bulunan asker ve bunların komutanları devletin korunmasında büyük roller oynamışlardır. Gönderdikleri ordular sayesinde merkez kuvvetlere büyük ölçüde yardım sağlamışlar ve birçok bölgede öncü birlik olarak tehlike ülke sınırlarına girmeden onu bertaraf etmişlerdir. Sultan ve diğer askeri komutanlarda bunları hafife almamış onların görüşlerine başvurmuşlardır. Sultan uç beylerini diğer askeri komutanlardan ayırmamış davetlerde onları da çağırmış, sefer ve savaş hazırlıkları sırasında onlara fermanlar göndererek onları bilgilendirmiştir. Buna karşılık Uç beyleri de Sultan’a itaatlerini bildirmiş ve sefer, savaş esnasında hazır bulunmuşlardır.    

b.      ÜCRETLİ ASKERLER



Türkiye Selçuklu Devleti’nin ihtiyaç hissettiği durumlarda, daha çok devlete karşı meydana gelen büyük isyan hareketleri ile mücadele ve yabancı devlet be ordularına karşı girişilen büyük çaplı askeri seferlerde kullanıldığı görülen ücretli birliklerden oluşan ordudur. Sultan II. Gıyaseddin Keyhüsrev döneminde uç bölgelerin korunmasında görev alarak Selçuklu ordusunun daimi kuvvetleri arasına girmiştir[79]. Ücretli askerlerin savaş yerine daha hızlı intikal etmelerini sağlamak amacı ile genellikle savaş yerine yakın bölgelerden toplanmakta idi[80]. Ücretli askerler genellikle yaya yani piyade sınıfından olmaktaydı. Çünkü bunların atlı askerlere oranla masrafları daha azdı.

İbn Bibi eserinde ücretli askerler ifadesi yerine genellikle “ecrihor, cerahor, cerihor ifadelerini kullanmıştır. İbn Bibi “herhangi bir sefer esnasında yâda belirli bir süre zarfında hizmet vermek üzere kiralanan ve bunun karşılığında belli bir ücret ödenen askerlere ecrihor” adını vermiştir.

Özellikle I. Alâeddin Keykubat döneminden itibaren ordu da ücretli askerlere sıkça rastlanmaya başlanmıştır[81]. Bu dönemden itibaren ücretli askerlerin artmaya başlamasının sebebini büyük tarihçiler I. Alâeddin Keykubat’ın 24 Emir’ini ortadan kaldırmasına bağlamaktadır.

İbn Bibi’ye göre ücretli askerler ilk kez I. İzzeddin Keykavus’un Halep seferi sırasında ortaya çıkmıştır. Sultan Maraş’ın sahibi Emir Nusrettine bir ferman göndermiş ve askerlerini hazır tutmasını, kuşatma aletlerini temin etmesini, ücretli piyade ve süvari temin etmesini emretmişti[82].

I.İzzeddin Keykavus’un Şam ülkesine saldıracağını haber alan Şam Melikesi kardeşi melik Emirden yardım istemiş, kardeşi Melik Eşref’te muvazzaf ve Kürt, Arap ve Kıpçaklardan oluşan ücretli (cerahor) ordu ile Sultan’ın ordusuna doğru harekete geçmiştir[83].

Sultan Gıyaseddin Keyhüsrev Moğol ordusuyla mücadele etmek için 70 bin asker toplamış ve bu askerlerin çoğunun ücretli olması İbn Bibi’nin eserinde geçen önemli bir kayıttır. İbn Bibi burada ücretli askerlerden Kadim-u Cera-hur olarak bahsetmiştir[84].

Sahip Şemseddin döneminde uç bölgelerde ayaklanan ve Sultan Alâeddin’in oğlu olduğunu söyleyen Ahmed adındaki isyancıyı bastırmak için Sahip Şemseddin ülkede bulunan bütün emirleri ve beyleri isyanı bastırmak için gönderdi. Buraya giden beyler Ahmed’in gücünü görünce Sahip’ten yardım istediler bunun üzerine Sahip Harezmî, Kürt ve Kıpçaklardan oluşan ücretli askerleri Emir-i Dad Zekeriya Sucasi komutasında yola çıkarmıştır[85].

Sultan İzzeddin ve Rükneddin arasındaki mücadelede Rükneddin tarafındaki emirler Kürt ve Araplardan oluşan ücretli asker toplamışlar ve sayıların 10 bin’e ulaştırmışlardır[86].

Görüldüğü gibi ücretli askerler Selçuklu ordusu içinde belli bir yere sahip kuvvetlerdi. Her ne kadar ihtiyaç anında toplanması sağlansa da merkezi ordunun kuvvetini arttırmaya yardımcı olmuşlardır. Irk ayrımı yapılmaksızın her milletten temin edilen ücretli askerlerin çoğunluğunun Türklerden olmasına dikkat edilmiştir. Bunun yapılmasının asıl nedeni ırkçılık değil Türklerin sahip oldukları savaşçı özellikleridir.

c.       TABİ DEVLETLERİN KUVVETLERİ



Türkiye Selçuklu Devletinin ilişki içerisinde bulunduğu devletler ile yaptığı anlaşma sonucu ihtiyaç duyduğu zaman bu devletlerden aldığı askerler ile oluşturduğu bölümdür[87]. Türkiye Selçuklu Devleti tam manası ile müstakil bir devlet statüsü kazandığı XII. asrın sonralarından XIII. Yüzyılın ortalarına kadar ki dönemde bazı devletlerin kendisine tabi kılmıştır. Bunlar Danişmentliler. Saltuklular, Mengücekliler, Hasan Keyfe, Amid ve Mardin Artukluları, Musul Hâkimleri, Halep, Dımaşk melikleri, Kilikya Ermeni Krallığı, Trabzon İmparatorluğu, Gürcü krallığıdır. Bizans ve İznik Rum İmparatorluğu belli dönemlerde Selçuklu devletinin tabiiyetini kabul etmişlerdir[88]. Bu devletlerle yapılan antlaşmalar Sevgendname ve Ahitname adıyla bilinmekte ve bu antlaşmalar da tabi hükümdarların metbu hükümdara karşı yerine getirmek zorunda olduğu görevler yer almıştır ve bunların içerisinde gönderilen askerlerden de bahsedilmiştir. Tabi devletlerin silah ve teçhizatları tabi hükümdar tarafından karşılanması önemli hususlardan biridir. Tabi hükümdar eğer gerekli şartları yerine getirmez ise Metbu hükümdar tarafından cezalandırılmaktadır.

İbn Bibi eserinde tabi devletlerin kuvvetlerinden bahsetmiş ve bunlarla yapılan anlaşmalara dahi değinmiştir.

Rükneddin Süleyman Şah’ın Gürcistan’a sefere çıkmaya karar vermesi üzerine kardeşlerine ve meliklere haberciler göndererek buralardan adam toplamalarını savaşa ve vuruşa hazır olmaların istemiştir[89]. Elbistan’ı elinde tutan Tuğrul şah hemen Emire uyanlardandır.

Erzurum yöneticisi Melik Alâeddin Saltuki’ye askerlerini toplaması ve devlete yardım göndermesi konusunda ferman gönderilmiş, bu fermanı dikkate almayan Melik’in azline karar verildi ve toprakları Gıyaseddin Tuğrul şah’a verildi[90].

İzzettin Keykavus’un Sinop’u ele geçirmesi üzerine Tabi Hükümdar olan Kir Aleksi Sultan’a canını bağışlamasını ve bu yerlerin kendisine bırakılması halinde ihtiyaç olduğu zaman imkânlar ölçüsünde yardım göndermeyi ve askerini Sultan’dan esirgemeyeceğini bildirmiştir[91].

İzzettin Keykavus’un Tekfur Leon üzerine yürümesinin ardından Tekfur Leon ve yakınlarının hepsi Sultan’a karşı tevazulu davranılması yönünde karar aldılar. Bunun üzerine Tekfur her yıl silahlı ve teçhizatlı 500 süvariyi Sultan nereye isterse oraya göndereceğini ifade ederek Sultan ile görüştü. Sultan Sis ülkesinin hâkimiyetini Leon’a bırakarak onunla Sevgendname imzaladı[92].

Sultan Alâeddin 1125 yılında Leon’un elçileri ile yaptığı anlatma neticesinde savaş esnasında Leon’un 1000 Süvari ve 500 çarkçı göndermeyi kabul ettiği bilinmektedir[93].

Harezmliler’in taşkınlık yapması, eşkıyalığa soyunması üzerine Halep Hükümdarı ile Suriye Melikleri bu tehlikeyi bertaraf etmek için Sultan’dan yardım istemişlerdi. Sultan Malatya, Harput, Elbistan ve Maraş gibi etraf memleketlerden toplanan 3 bin süvariyi Malatya Subaşı’sı komutasında Halep’e göndermiştir[94].

Gıyadeddin Keyhüsrev’in Moğollarla mücadelesi esnasında Sis Hükümdarı 3 bin kişilik Ermeni ve Frank süvari ile Sultan’ın ordusuna katıldığı İbn Bibi tarafından kayıtlara geçirilmiştir[95] 

3.      ASKERİ RÜTBE VE DERECELER



a.      MELİKÜ’L- ÜMERA (BEYLERBEYİ)



Devlet teşkilatı içerisinde Başkumandan sıfatını taşıyan Sultan’dan sonra gelen en üst askeri makamdır. Selçuklu Sultan’ının itimadını kazanan, ordu sevk ve idaresinde başarılı, yiğitlik ve cesaret ile kendini ispat edenler arasından seçilirdi[96]. Bunlar aynı zamanda bulundukları yerlerin emniyet ve asayişin sağlamakta idi.[97]Hükümdar sefer esnasında bu komutana danışmadan bir şey yapamaz ise de zaman zaman aralarında anlaşmazlıklar yaşanırdı. Bazen ise Melikü’l- Ümera’nın sahip olduğu güç ve itibar o kadar artardı ki Sultan’ı gerisinde bırakırdı. Buna en bilindik örnek olarak Seyfeddin Ayaba’yı verebiliriz ki İbn Bibi’de eserinde bu olaydan bahsetmektedir.

İbn Bibi eserinde Yağıbasan’ın 3 oğlunun Melikü’l- Ümera olarak uç bölgelerde görev yaptığını ve bunların Rükneddin Şah’a karşı birlik yolundan sapıp Sultan Gıyaseddin’e bağlanmak istediklerin ve bu yüzden Sultan Gıyaseddin’e davet mektupları gönderdikleri bilinmektedir. İbn Bibi bu kısımda konuyu anlatmaya devam ederken bu beylerin bulundukları bölgede ciddi bir söz sahibi olduklarını anlatmıştır[98].

İbn Bibi İzzeddin Keykavus döneminde iki önemli Melikü’l- Ümera’dan bahseder. Bunlardan biri Hüsameddin Çoban diğeri ise Seyfeddin Kızıl’dır[99].

İzzeddin Keykavus’un Tekfur Leon’un en kuvvetli kalesi olan Hancin kalesi üzerine yaptığı seferde savaşta büyük başarı gösteren öncü birliklerin komutanı Emir-i Meclis, kalenin alınmasından sonra Sultan’ın yanına gitmiş ve Sultan tarafından büyük iltifatlar işitmiştir. Makamı daha da yükseltilmiş ve Melikü’l- Ümera’lıktan daha üstün konuma getirilmiştir[100].

Alâeddin Keykubat döneminde Seyfeddin Ayaba’nın Beylerbeyilik makamından bertaraf edildiği ve onun yerine Emir Komnenos’un bu makama geçtiği müellifin eserinde aktarılmıştır[101].

Çincin kalesinin fethi sırasında Melikü’l- Ümera Mubarezeddin Çavlının gelen bir keşişe hoşgörü ile davranması sonucunda Ermeniler korkmaktan vazgeçip kaleyi teslim etmişlerdi. Melikü’l- Ümera kendi habercileri vasıtasıyla bu durumu Sultan’a bildirmişti[102]. Buradan da anlaşılacağı gibi bu makam devlet içerisinde hatırı sayılır bir makamdı ve kendine ait işini düzenleyecek elemanları bünyesinde barındırıyordu.

Alâeddin Keykubat Şam ülkesine saldırmak için memleket askerlerini Kayseri’de toplamış ve burada Çaşnigir Şemseddin Altunaba’yı Melikü’l- Ümeralığa terfi ettirerek fetih hareketlerine devam etmeye başladı[103].

Emir Celaleddin Karatay’ın hükmünün geçerli olduğu günlerde iyiliği, yiğitliği, kadrinin üstünlüğü, inancının sağlamlığı, işinde dürüstlüğü, âlim ve abidlere ilgi gösterişi, hizmet ve gayret edenlere destek oluşu, devlet işlerinde ve muamelede tarafsız davranışları ve herkese örnek olarak gösterilen Seyfeddin Hamid Pervane’yi Melikü’l- Ümeralığa getirmiştir[104].

b.      EMİR



Emir kelimesi Türkçede Bey kelimesinin karşılığı olarak kullanılmıştır. Türkiye Selçukluları ise bu unvana askeri bir anlam yükleyerek bu unvanı yüceleştirmişlerdir. Türkiye Selçuklularında bu unvan “orduları sevk ve idare kumandanlar ve saray teşkilatı içerisinde önemli bazı hizmetlerde vazifelendirilmiş görevlilerin başındaki en yetkili kumandan için kullanılmıştır[105]. Bu emirler genellikler başında bulundukları vazifelere göre isimlendirilmişlerdir[106].

İbn Bibi eserinin birçok sayfasında bey unvanın kullanan komutanlardan bahsetmiştir. Ve bunların mahiyetleri hakkında bilgi vermiştir.

Sultan Gıyaseddin Keyhüsrev’in tahta geçişi esnasında Kemaleddin Kamyar, Hüsameddin Kamyeri ve Hüsameddin Kayır Han isimli beylerin olduğunu ve bu beylerin Sultana sadakat ve itaatle bağlı olduğunu, Sultan’ı en kısa zamanda tahta oturtacaklarını ve buna karşı çıkanları ise durduracaklarını ifade ettikleri İbn Bibi tarafından nakledilmiştir[107].

Alâeddin Keykubat’ın vefatından sonra tahta geçen Sultan Gıyaseddin Türk töresine göre mateme bürününce Sultan’ın yanında bulunan emirlerde elbiselerinin üzerine beyaz örtü örtmüşlerdir. Sultan daha sonra her Emir’in rütbesine göre onlara Saltanat Elbisesi Evinden elbiseler vermiştir[108].

Emirlerin başında bulundukları görevlere göre sınıflandırıldığını belirtmiştik. Emir-i Candar bu görevlilerden biridir ve Sultan’ın başında silah tutan yani Sultana en yakın emirlerden birisidir. İbn Bibi Gıyaseddin Keyhüsrev’in Sadeddin Köpek’i öldürmek için verdiği uğraş hadisesini naklederken, Sultan’ın Has Kölelerinden birini yanına çağırarak Köpek karşısında çaresiz kaldığını ve kimseye belli etmeden Emir-i Candar Hüsameddin Karaca’ya gidip durumu anlatmasını ve onu ülkeye davet etmesini istemiştir[109].

İbn Bibi daha eserini birçok yerinde onlardan bahsederek, kale kuşatmalarında önce emirler ile anlaşma yapılmaya sağlanması aksi takdirde onların yok edileceği hususlarına değinmiştir. [110] Emirlerin savaş ve barış esnasında Sultan tarafına daima destek verdikleri ve Sultan’ın buna mukabil onları hediyeler ile memnun etmesi yine İbn Bibi’nin eserinde geçen konular arasındadır[111].

Sultan’ın tahta çıkma törenlerinde yine emirlere rastlanmaktadır. İbn Bibi Emirlerin Sultan’ın alayının sağında ve solunda yaya olarak divan’a karar geldiklerini nakletmiştir[112].

c.       SÜBAŞI ( SERLEŞKER)


 


Türkiye Selçuklularında şehir ve vilayetlerin idari ve askeri işlerinden sorumlu olup, bölgenin en üst askeri ve idari amirleri konumunda olan görevlilere Sübaşı denilmektedir[113].  Sü Türkçede “ordu” anlamına gelmektedir. Bu nedenle Sübaşı kelimesinin “ordu komutanı” anlamına geldiği aşikârdır. Sübaşılarının önemi bulundukları Şehre göre değişmekteydi. Bu komutanların emrinde ise kale komutanları yani Kethüvallar görev almışlardır[114].

       Galip Sultan İzzeddin Keykavus Ankara Üzerine yürümeye karar verdiğinde emirlere ve Subaşılara fermanlar göndermiş bunun üzerine fermanı alanlar muazzam bir ordu hazırlamışlardır[115].

       Antalya bölgesinin ikinci defa fethinde bu bölgenin Sübaşılığına bu bölgenin geleneklerini dillerini ve adetlerini öğrenmiş Mubarezeddin Ertokuş’un geçirildiği bilinmektedir[116]. Bu durum gösteriyor ki bu göreve getirilecek kişinin oranın halkı ile ilgili bilgi sahibi olması gerekmektedir.

       Sinop’un fethi esnasında Sultan buraya Askeri Emirlerden birini Sübaşı olarak bırakmış ve o bölgenin korunmasını sağlamak için seçkin askerlerden meydana gelen bir orduyu onun emrine bırakmıştır[117].

       Subaşlarında kendi aralarında belirli bir hiyerarşik düzeninin olduğu eserlerde geçen diğer bir bilgidir. I. İzzeddin Keykavus Tekfur Leon üzerine harekete geçeceği esnada “Subaşıların seçkinlerine” fermanlar göndermiştir[118].

       Galip Sultan’ın Şam vilayetine yaptığı seferden sonra bu bölgenin sübaşılığı Emir Nusreddin’in kardeşine verilmiş ve seçkin ve güvenilir sipahi askerden yanına bir grup asker görevlendirilmiştir[119].

       Subaşları devlet için o kadar önemli bir konum teşkil ediyordu ki, onların hata yapma olasılığı yoktu. İbn Bibi bu olayı naklederken şöyle der; “ subaşı küçük bir hata yaparsa, adalete ve örfe aykırı davranırsa ona büyük bir ceza uygun görülür. Varlıkları kökünden kazınır, onlara ders verilip hizaya getirilmeye çalışılır. Böylelikle bu ileri gelenler hizaya gelirler[120]

       İbn Bibi eserinde hangi bölgelerde kimlerin Sübaşılık yaptığına da değinmiştir.  Antalya bölgesinin sübaşısı Mübarezeddin Ertokuş’tur[121]. Ermen bölgesinin alınmasından sonra buranın Sübaşılığı Sinaneddin Kaymaz’a verilmiştir[122]. Harput bölgesinin Sübaşısı Seyfeddin Bayram[123], Sivas bölgesinin Sübaşısı Hüsameddin Karaca[124], Malatya Sübaşısı Zahireddin Mansur Tercüman[125], Sivas Sübaşısı Mübarezeddin Çavlı[126], Amasya Sübaşısı Hacı Armağan[127], kayseri Sübaşısı ise Seyfeddin Türkeri’dir[128].

d.      ÇAVUŞLAR



Çavuş kelimesi Türkçe “bağırma, çağırma, seslenme ve şan şöhret anlamlarına gelmektedir[129]. Türkiye Selçuklularında Çavuşlar faklı etnik gruplardan oluşan Gulaman-ı Saray arasından seçilirdi[130] . Her beyin kendisine ait çavuşları olurdu ki bunlar kendilerine ait arma ve nişanlar taşırlar Sultan için yapılan merasimlerde özel kıyafetler giyerlerdi.  Hükümdar fermanları ve komutanların emirleri bu Çavuşlar sayesinde duyurulurdu[131].

İbn Bibi’nin eserine göre Sultan’ın emir vermesi üzerine Çavuşlar “atlan, atlan” diye bağırmaya başlamışlar bunu duyan askerler şimşek gibi çakmaya, deniz gibi coşmaya başlayarak savaş alanına yönelmişlerdir[132].

Müellif’in naklettiği şiirlerin birinde ise çavuşların “uzaklaş, uzaklaş” diye bağırdıklarını ve bunun sonucunda dünyadan kötü gözlüleri uzaklaştırdıkları anlatılmaktadır[133].

Sultan I. Alâeddin Keykubat zamanında 500 çavuşun varlığından bahseden İbn Bibi, çavuşların fiziksel özelliklerini ise şu şekilde tasvir etmektedir; “Her biri şeytan yüzlü, ejderha huylu, Kaza’dan daha hızlı, ecelden daha merhametsiz, ani ölümlerden daha yüzsüz Kazvin’li, Deylem’li, Frenk, Rum ve Rus 500 çavuşun demir topuz, gürz ve nacaklarıyla Sultanın yanında koşuyorlardı”[134] 

Sultan’ın şehre gelişleri yine bu çavuşlar tarafından bildirilirdi ve bu çavuşların sesini duyan halk Sultan’ı karşılamaya çıkardı[135].

Görüldüğü gibi çavuşlar hem sivil alanda hem askeri alanda faaliyette bulunan görevlilerdi. Fermanların halka duyurulmasından sorumlu olan çavuşlar savaş esnasında da komutan veya Sultan’ın emirlerini askerlere duyurarak nasıl bir vaziyet almaları gerektiğini onlara bildirmiştir.

e.       KÜTÜVAL


Kütüval kale kumandanı demektir. Liyakat ve sadakatleriyle tanınan devlet ricali arasından seçilirdi. Sultan ya da bölgenin subaşısı tarafından atanırdı. Kale çevresini muhafaza eder ve gerekli savunmayı yapardı. Silahhane ve silahları düzenlemek, kale muhafızlarını yerlerine yerleştirmek, bölgenin zenginliği ve bayındırlığı için çalışmalar yapmak, suçluları cezalandırmak, kaleye gelen devlet ricalini karşılayıp kaleye giren çıkanları kontrol etmek yine onun görevleri arasındaydı.

İbn Bibi eserinin birçok yerinde bunlardan bahsetmiştir. Galip sultan İzzeddin Keykavus Sinop’un fethini tamamladıktan sonra burayı korumaları için kalae komutanları ve muhafızlar görevlendirmiştir[136].

Galip Sultan İzzeddin Raban Kalesi’ni fethettikten sonra yönetim ile ilgili gerekli önlemleri almış ve buraya Emir Nusreddin’in damadını Kale komutanı olarak atamıştı[137].

Kale komutanlarının saldırı anında kaçmaları ya da Sultan’dan habersiz teslim etmeleri ise tamamen yasaktı. Emir Nusreddinin kardeşi ve damadının kaleyi teslim ettiklerini duyan Sultan ikisini de astırma emri vererek cezalandırmıştır[138]

4.DİVAN-I ARZ VE GÖREVLERİ



 Divan-ı Arz denilen kurum ordu işlerine bakardı. Bugünkü Milli Savunma Bakanlığı niteliğindeydi. Ordunun malzeme, maaş işlerine bu kurum tarafından yönetilirdi. Özel defterler tutarlar gelir gider hesapları yaparlar ve askerlerin yoklamasını bu defterler kaydederlerdi ve ordunun maaşlarının düzenli bir şekilde ödenmesi yine bu divanın işiydi. Divan-ı Arz reisine Emir-i Arz denirdi. Ordunun tertip ve tanzimini yapar, daha çok koordinasyon işleriyle uğraşırdı. Diğer vazifeleri arasında asker temin etmek, ordunun ödemelerini yapmak, ordunun teçhizat ve levazımatının sefer güzergâhı ve menzillerinin belirlenip ihtiyaçlarının giderilmesini sağlamak, askeri teftiş etmek, savaş sonunda ele geçen ganimeti taksim etmek ve bunların kaydını yapmaktaydı.  Emir-i Arz’a bağlı bulunan naib ve görevliler vardı. Bunlara ise Arız denirdi. Ordunun sevk ve idaresini Melikü’l-Ümera ya da Beylerbeyi yapardı. Askeri defterdarlara ise Arzü’l-ceyş denirdi.[139]


B. SELÇUKLULARDA SAVAŞ ARAÇ GEREÇLERİ


1.      HAFİF SİLAHLAR


a.      KILIÇ



Kılıç kullanımının kolaylığı ve keskinliği sayesinde savaşçı unsurların vazgeçilmez silahı olmuştur. Genellikle yakın dövüşlerde kullanılan kılıç hem süvari birliklerin hem de piyade birliklerin kolayca taşıyıp kullanacağı bir silah mahiyetindedir. İlk kılıcın İran hükümdarı Cemşid tarafından kullanıldığı söylense de Bahaeddin Ögel’ e göre Türk kılıcının menşei Altay’dır.  

Türklerde kılıç kullanmak aslında bir ustalık işiydi. Kılıç kullanımında uzmanlaşmak için askerler belli bir eğitime tabii tutulurlardı. Askerlere önce hafif ağırlıkta kılıçlar verilerek bileklerinin alışması sağlanır sonrasında ise ağırlığı artan kılıçlarla birlikte eğitime devam edilirdi[140].

Kılıçlar sadece Türk ülkesinde üretilmez diğer ülkelerden de temin edilirdi. Hint, Dımaşk ve Kırgız kılıçları hatırı sayılır kılıçlardandı. Türk kılıcının ise kendine ait özellikleri vardı. Türk kılıcının kabzaya yakın kısmı düz, uca yakın kısımları ise hafif kavislidir. Bu sayede vurduğu zaman gücün tamamının burada toplanmasını sağlar[141]

İbn Bibi eserinin birçok yerinde keskin kılıçlardan bahsetmiş ve bu kılıçlar sayesinde ülkeleri fetih edildiğini anlatmıştır.

Sultan Gıyaseddin’in Antalya’yı fethi sırasında keskin kılıcın korkusundan Frenklerin Söğüt yaprağı gibi titrediklerini ifade eden İbn Bibi askerlerin keskin kılıçlarından yine burada bahsetmiştir[142].

Sultan ile normal askerlerin taktığı kılıç her yönden çeşitli farklılıklar içermekteydi. İbn Bibi Sultan Gıyaseddin Rum ülkelerini fethe çıkacağı sırada kuşandığı kılıcını şu şekilde anlatır; “Sultan beline mücevherler ile işlenmiş parlak kılıcını takarak atına binmişti”[143]

İzzeddin Keykavus’un güzel huylarından bahseden İbn Bibi, Sultanın kılıcının güneşin ışıkları gibi parlak olduğunu nakleder[144].

Kılıçların farklı bölgelerden getirildiğini yukarıda söylemiştik. İbn Bibi’de eserinde bu konuya değinerek Rus Meliki’nin Hüsameddin Çoban’dan barış istemesi hususunu anlatırken burada Melik’e Hint kılıcının hediye olarak gönderildiğinden bahsetmiştir[145].

Görüldüğü gibi tıpkı ok ve yay gibi kılıçta Türk Askerinin vazgeçilmez unsurları arasındadır. Kullanılması dahi özel beceri isteyen bu savaş aleti Türkler tarafından ustalıkla kullanılarak birçok ülkenin fethinde kullanılmıştır.

b.      OK VE YAY



Ok ve yay en eski dönemlerden beri Türklerin kullandıkları en yaygın ve en etkin savaş aletleridir. Türkiye Selçukluları döneminde de önemini yitirmeyen ok ve yay Anadolu’nun yurt edinilmesinde önemli bir yere sahiptir. Bazı tarihçilere göre Bizans’ın Selçuklu akınlarını durduramayarak Anadolu’yu terk etmesinin en önemli nedeni “Türk Okçuları”dır[146]. Türk okçularının attığı oklar o kadar etkiliydi ki düşman askerinin zırh, miğfer ve kalkanlarını dahi delip geçtiği söylenmektedir.

İbn Bibi’nin eserinde de sıkça rastladığımız silah türlerinden olan ok ve yay Sultan’lar tarafından da ustaca kullanılan savaş aletidir. Alâeddin Keykubat’ın silah kullanmakta usta olduğu kaynaklar tarafından nakledilmiştir.

İbn Bibi’nin eserinde ok ve yay kavramına ilk olarak Gıyaseddin Keyhüsrev’in veliaht tayin edilmesi esnasında bahsedilmektedir. İzzeddin Kılıç Arslan’ın vasiyetini duyanlar Sultan’a saygılarını iletmişler ve keskin kılıçları ve “uçan okları” ile açtıkları yarayla düşmanların kanından yeryüzünü lale bahçesine çevirdiğini söylemişlerdir[147].

Melik Rükneddin’in kardeşini bertaraf etmek için mücadeleye girişmesi sırasında Rükneddin’in ordusuna kaşı her gün 60 bin okçu yiğidin sabahtan akşama kadar savaştığı bilinmektedir[148].

       Rükneddin Süleyman Şah’ın Gürcistan gazasına gitmesi hadisesine değinen İbn Bibi burada naklettiği şiirde ok atanların yaylarını bayram hilaline benzetmektedir[149].

       Gıyaseddin Keyhüsrev Antalya’nın fethini gerçekleştirirken ordudaki asker ve süvarilere gürz ve kılıçlarını bırakmalarını ok ve yay ile kaleyi almalarını emretmiştir[150]         Sultan Gıyaseddin Rum beldelerini fethe giderken koluna canilerin kalbi gibi sert bir yay taktığı Müellif’in eserinde geçen bir diğer husustur[151].

       İzzeddin Keykavus’un kullandığı yay, can yakan dilberlerin kaşına, kullandığı ok ise göğü eriten ve yerde sarsıntılar meydana getiren mazlumların duası gibiydi[152].

Antalya sakinlerinin isyanı ve bu şehrin ikinci defa zapt edilmesinde yine okçular görev almış ve kaleyi kuşatma altına alarak şehri ok yağmuruna tutmuşlardır[153].

       Alâeddin Keykubat Çemişkezek Kalesinin fethi esnasında yine okçulara emir vermiş ve şehri ok yağmuruna tutmalarını istemiştir[154].

       Babai isyanının çıkmasından sonra Sultan’ın kulları bu bölgedeki isyanı bastırmak için harekete geçmişlerdi. Burada verilen mücadele esnasında okçuların attığı oklar vesilesi ile birçok uğursuzun ağaçlara yapıştırıldığı anlatılmıştır[155].

       Türklerin ilk zamanlarından beri önemini yitirmeyen ok ve yay birçok savaşta kullanılarak düşmanın bertaraf edilmesi sağlanmıştır. Askerlerin ok atma potansiyellerini gelişmesi ve her zaman savaşa hazır birer okçu olarak kalabilmeleri için “okçuluk yarışları” düzenlemişlerdir.

c.       GÜRZ, MIZRAK VE HANÇER


          


         GÜRZ:

Eski çağlardan beri birçok devlete tarafından kullanılan gürzün Türkçe karşılığı topuzdur[156] .Kaynaklarda ki ifadelere göre gürz, piyadelerin ellerinde veya bellerinde asılı olurdu. Süvariler ise bu kopuzları atların eyerlerine bağlayarak taşırlar ve yeri geldiğinde omuzlarına alarak kullanmaktadırlar.

Gürz, ucunda madeni bir topuz olan ve sapı ağaç yâda madenden yapılan vurucu bir silahtır. Bu silahın etkisini arttırmak amacı ile topuz kısmında birkaç cm uzunluğunda çivi veya metaller eklenmiştir[157].

İbn Bibi’de gürz’ün varlığından eserinde bahsetmiş ve hatta gürz kullanmaya hünerli bazı Sultanların varlığından bahsederek bunları örneklendirmiştir. Sultan Rükneddin Kılıç Arslan’ın iyi özelliklerinden bahseden İbn Bibi, Sultan’ın kullandığı topuzun ağırlığından ve yeri göğü inlettiğinden bahseder[158].

Sultan Gıyaseddin’i anlatırken Sultanın gürzünü yere vurarak zamana kafa tuttuğunu[159] ve Sultan’ın gürzünün darbesinden Frenk’in kendisini bağladığı atı, bitkin, şaşkın ve hareket edemez durumda kaldığından bahseder[160].

Müellif Selçuklu Devleti’nde ki savaş araç gereçlerinden bahsederken gürz’ü sıkça kullanmıştır. Bunlardan birkaç örnek verecek olursak, Sultan Rükneddin Gürcistan seferine çıkacağı sırada hazırladığı ordusunda ağır gürzlerin olduğundan ve bunlar ile düşman askerlerine yaklaşarak onları yıldırdıklarından bahsetmektedir[161].

Sultan Gıyaseddin Antalya’nın fethi sırasında askerlerine gürz ve kılıç yerine ok ve yay kullanmalarını emretmiş ve Antalya kalesi gibi birçok kale bu sayede gürz gibi hafif silah kullanılarak fethedilmiştir[162].

Sultan Gıyaseddin’in Rum beldelerini almak için düzenlediği ordudaki gürzler İbn Bibi tarafından şu şekilde ifade edilmiştir; İslam ordusunun askerlerinin Elburz Dağı[163] gibi heybetli gürzlerinin olduğundan bahseder[164].

Sultan Gıyaseddin’in Rum beldelerine giderken kendi gürzünü omzuna aldığını ve bu gürzün düşmanların canını alan fil ağırlığında olduğunu söylemiştir[165].

Gürzlerin atlarına bağlandığına dair örnekler veren İbn Bibi, Sultan Gıyaseddin’in Ankara tarafına yürüyüp burada verdiği mücadeleyi anlatırken, Sultanın askerlerinin ellerindeki mızraklarının paramparça olması üzerine atların eyerlerindeki gürzleri ellerine aldığını anlatır[166].   

   MIZRAK

Hem piyade hem süvari askerler tarafından kullanılan mızrak yakın dövüş silahıdır. Türk mızrağının da kendine has bir yapısı vardır. Türk mızrağının uçları yassı, sivri yâda tırtıl şeklinde olurdu. Tırtıl şeklinde olan uç düşmanın üzerine saplandığında verdiği ağrıyı çıkartırken de vermekteydi. Böyle teknikler sayesinde ölüm kolaylaşırdı. Bu uçların sopaları ise ya demirden ya da sert ağaçtan yapılırdı.

Sultan Gıyaseddin Rum beldelerine giderken kuşandığı savaş aletleri arasında mızrağın olduğunu ve bu mızrak sayesinde Laskerisi atından düşürerek onu mağlup etmiştir[167].

İzzeddin Keykavus’un Ankara kuşatmasında Sultan’dan izin alan Behramşah hiç beklemeden mızrağını alarak savaşa girmiş ve mızrak parçalana kadar savaşmıştır[168].

Alâeddin Keykubat’ın Kâhta Kalesi’ni fethi sırasında Muzaffer askerlerinin yılana benzeyen mızraklarının olduğu ve bunları düşmanın göğsüne doğru tuttukları belirten[169] İbn Bibi, aslında bize bu aletlerin askerler tarafından nasıl kullanıldığını aktarmıştır.

Rus Meliki’nin Hüsameddin Çoban’dan barış istemek için gönderdiği elçiyi muhteşem bir askeri düzenle karşılayan Çoban, askerleri tam teçhizatla donattıktan sonra mızraklarını omuzlarında ya da kulaklarında tutmalarını emretmiştir. Bunu gören Rus elçisi kendinden geçmiştir[170].

Sultan Alâeddin’in Alaiye Kalesi’ni fethe giriştiği sırada ordunun ve askerin durumunu aktaran İbn Bibi, Sultan’ın askerlerinin kullandığı mızrakların göğün yüzünü yırtmaya başladığını ve asker kalabalığından karanın denizden, ovanın dağdan ayrılamadığından bahsetmektedir[171].


   HANÇER

Bıçağın savaş aleti olarak kullanılan türlerine Hançer ya da Kama denilmektedir. Genellikle çavuşlar tarafından kullanılan savaş aletidir[172].

İbn Bibi eserinde bu aletten çok bahsetmemekle birlikte Sultan İzzeddin Keykavus’a ait olan hançerin en kıymetli madenlerden yapıldığını aktarmıştır[173].

Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında çıkan Baybars ayaklanmasını önlemek için hazırlık yapan ordunun kılıç ve hançerlerini bileyerek bu hareketi bastırmaya gittikleri bilinmektedir[174].


2.      SAVUNMA SİLAHLARI



a.      ZIRH



Yaya ve sipahi askerler tarafından yapılan savaşlar esnasında askerlerin kendilerini korumak için demirden ve kalın deriden örülmüş bu günkü gömlek şeklindeki savaşçı kıyafetine verilen addır. At üstünde olan askerin hareket kabiliyetini sınırlandırsa da askerlerin korumasız çıkmalarına izin verilmemiştir.

Şah’ın ordusunun Suğdak Sahrasına inmesi hadisesini anlatan İbn Bibi, Emir Çoban’ın askerlerin morallerini yerine getirmek için sipehdarları ve serverleri eğlenceye davet ettiği ve bu davet sonunda komutanlarının ordularını zırhlarını giyerek savaşa devam ettiklerini bildirmiştir[175]

Rus Meliki’nin Hüsameddin Çoban’dan barış istemek için gönderdiği elçiyi muhteşem bir askeri düzenle karşılayan Çoban, ordudaki askerlere altın kaplamalı zırh giydirmiştir[176].

Harran ve Urfa gibi yerlerin fethinden sonra buradan toplanan hazine içerisinde mücevher ve inciler ile süslenmiş zırhlardan bahsedilmektedir[177].

Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında çıkan Baybars ayaklanmasını önlemek için hazırlık yapan ordunun zırhlarını tamir etmeye başladıkları müellifin bize aktardığı bir diğer bilgidir[178]

b.      MİĞFER



Askerlerin baş bölgelerini korumak için savaş esnasında kafalarına taktıkları madenden yapılan kasktır. Diğer savaş aletlerinde olduğu gibi Türk miğferi de kendine has özellikler taşımaktadır. Silah darbelerinin etkisini azaltmak ve başı miğferin sertliğinden korumak için içine yünden örülmüş bir takke giydirilmektedir. Türk Miğferi kubbe şeklinde olup tepesi sivridir. Kulak ve enseyi korumak için ise perde seklinde demir örgüler inmektedir[179].

Sultan Alâeddin’in Alaiye Kalesi’ni fethe giriştiği sırada ordunun ve askerin durumunu aktaran İbn Bibi, Sultan’ın askerlerinin parlayan zırh ve miğferlerden demire döndüğünü aktarmıştır[180].

Suğdak’ın Emir Hüsameddin Çoban tarafından fethedilmesi için hazırlanan ordunun yine miğfer ve zırhlar altına gizlenerek demirden bir ordu oluşturdukları ve böylelikle savaşa hazır vaziyete geldikleri bilinmektedir[181].

Harran ve Urfa gibi yerlerin fethinden sonra buradan toplanan hazine içerisinde altın, gümüş ve çelikten miğferin bulunduğu ve bunların zerdhane defterlerine işlendikleri müellif tarafından aktarılmıştır[182].

Sultan Gıyaseddin Moğol Ordusu ile yapacağı savaşın hazırlıklarını tamamlarken ustalardan çevik bir elle miğfer yapmalarını istemiştir[183].

3.      AĞIR SİLAHLAR VE BİNEK HAYVANLAR


a.      MANCINIK VE ARRADE



MANCINIK

Muhasara aletlerinin başında gelen mancınık, germe bükme veya çekme suretiyle bir direğin miğferi etrafında dönmesiyle işleyen veya dengeli bir hareketle büyük bir güçle farklı cisimler fırlatan savaş aletidir[184]. Kale surlarını yıkmak için üretilen mancınığın Çinliler tarafından üretildiği ve Türkler tarafından Avrupa’ya taşındığı bilinmektedir[185].

Mancınık kuşatma alanlarına parçalar halinde götürülüyor ve buralarda birbirine monte ediliyordu. Bu parçalar birleştirildikten sonra kuşatılan şehre kale ve surları görecek şekilde yüksekçe tepelere yerleştiriliyordu. Bu savaş aletini kullanacak özel askeri gruplar mancınıkları yeri geldiğinde ateşliyor ve hedefin vurulması sağlanıyordu[186].

Mancınıkla sadece taş ya da demir gülleler atılmıyordu. Burada bulunan halkı psikolojik baskıya maruz bırakarak kaleyi veya şehri teslim etmelerini sağlamak için, fare, ölü at, bulaşıcı hastalığı olan hayvanlar atılıyordu[187].

Sultan Gıyaseddin Keyhüsrev Antalya’nın fethi sırasında kartalların dahi uçamayacağı yerlere 10 adet mancınık yerleştirildiği bilinmektedir[188].

Antalya’da ki halkın isyanı ve buranın ikinci kez fethi sırasında yine mancınıkların kullanıldığı fakat sayısının bilinmediği belirtilmektedir[189].

Sultan İzzeddin Şam vilayetlerini ele geçirmek için harekete geçtiği zaman ilk olarak Merzuban kalesini almaya karar verdi ve burada mancınıklar kurdurdu askerleri harekete geçirdi[190]. Daha sonra ise buradan Raban kalesine yürüdü. Bu kalede yine askerlerin kurduğu mancınıklar sayesinde alındı[191].

Sultan Alâeddin Alaiye şehrini fethi sırasında 100 tane mancınığı çalıştırmış ve böyle iki ay savaşmışlardır[192].

Sultan Alâeddin Kâhta Kalesi’ni fethederken yine mancınık kullanmıştır. İbn Bibi burada kullanılan mancınığın Mağribi bir mancınık olduğunu söyler[193]. Buradan anlaşıldığına göre mancınık’ında kendi içerisinde üretildiği yere göre isim almaktadır.

Sümeysat Kalesi’nin fethini gerçekleştiren Sadettin Köpek’te kaleyi fethetmek için mancınıklar kurmuş ve bu mancınıkların darbesinden halk sıkıntıya düşmüş ve aman çığlıkları atmıştır[194].

Amid Kalesi’nin fethi sırasında da yine mancınık kullanılmış ve burada gecenin karanlığında mancınığın ipleri aşağı sarkıtılarak askerlerin kaleye çekildiği anlatılmıştır[195].

Sis vilayetinin fethedilmesi için harekete geçen Sahib Şemseddin’in emirleri ve askerleri Tarsus’u mancınıkla topa tutarak Tarsus’un köşklerinde, saraylarında, surlarında, kalelerinde ve kasırlarında geniş yarıklar açarak şehri zor duruma sokmuşlardır[196].

ARRADE

Mancınıktan daha küçük fakat mahiyeti aynı olan savaş aletidir. Daha küçük cisimler fırlatan arrade hakkında malumatlı bilgimiz bulunmamaktadır

Sultan Alaeddin’in askerleri Gürcü diyarlarına giderek bazı yerleri fethetmek için götürdükleri savaş aletleri içerisinde arradelere rastlanmaktadır[197]

b.      BİNEK HAYVANLAR



Türklerde binek hayvanı olarak en çok kullanılan hayvan hiç kuşkusuz at idi. İlk Türk devletlerinden itibaren önemini koruyan at Türklerin en önemli savaş aletiydi. Türklerin kullandıkları atlar başka milletlerden satın alma yoluyla temin edilmiyordu. En baştan Türk ilinde yetiştiriliyordu. Türk atı orta boylu, uzun ince bacaklı, kısa boylu, geniş alınlı, küçükbaşlı ve mağrur duruşluydu. Dayanıklı, çevik ve süratliydi. Ayakta uyurdu. Parlak gözleri ve uzun yelesiyle dikkati üstüne çekmeyi başarırdı.[198]

Kaşgarlı Mahmut eserinde kuşlar için kanat ne ise Türkler içinde at o idi ifadesini kullanır ve atın önemini bizlere aktarır. Eski Türklerde atın ismini sahibi koyardı. Bu isim koyma hadisesinden sonra at bir daha bu isimle anılırdı. Geçen kaynakların birinde atı olmayanın isminin ‘atsız’ olarak değiştirildiği söylenirdi. Atların koşum takıları özellikle seçilir ve bunlara da ayrı bir önem verilirdi. Gemi, yuları, eyeri ve üzengisi özellikle seçilirdi. Gem ve yular atı idare için kullanılırdı. Gem ağızlık, askı ve dizginden oluşurdu. Eyer atın sırtına konur ve sahibine göre özel süslenirdi[199]

      Türkiye Selçuklularında askeri gücün büyük bir kısmını süvari birlikler oluşturur. Rüzgâr kadar süratli olup dört bir tarafa ok atan süvariler meşhurdur. Türkmen atlılarının Anadolu’da yetiştirildiği yer Kastamonu ve Germiyan ilidir. Burada bulunan atların soy şecerelerini olduğu söylenir. Özel ahırları ve özel yetiştiricileri bulunur. Ahırlarına ‘İstabl-Hass’, bakıcılarına ‘Gulaman-ı Esban’ denir. III. Gıyaseddin Keyhüsrev’in ata çok iyi bindiği, IV. Kılıçarslan’ın da Aksaray sarayının merdivenlerinden at ile inip çıktığı söylenir[200] At sadece savaş aleti değil kıymetli ve önemli bir hediyedir[201].

       İbn Bibi eserinin birçok yerinde attan bahsetmektedir. Emirlerin, beylerin ve her askerin hatta Sultan’ların atlarından bahseden İbn Bibi ata ne kadar önem verildiğini anlatmaktadır.      

       Galip sultan Ankara taraflarına gidip kardeşi melik Alâeddin Keykubat’ı kuşatması ve burada başarı etmesi sonucunda Ankara halkı Sultan’ın karşısına çıkmış ve birçok hediye ile fil yapılı atları Sultan’a sunmuşlardır[202].

       Sultan’ın kulalarının Hancin Kalesi’ni kuşatmaları sırasında Emir-i Meclis kâfirler tarafından esir alındığında Türk atlıları tarafından kurtarılmış ve yine Türk süvarilerinin yanlarında getirdikleri yedek ata binerek kaçmıştır[203]

Galip Sultan İzzeddin Keykavus Kadı Şemseddin’e hediye olarak tam takımlı 100 at gönderdiği İbn Bibi’nin bize aktardığı bir diğer meseledir[204].

Sultan’ın otağını koruyan bazı askerlerin ağır gürzlerine rağmen at üstünde savaşmaya hazır bekledikleri müellifin eserinde geçmektedir[205].

Büyük Sultan Alâeddin Keykubat’ın Konya’da saltanat tahtına oturması hadisesini anlatan İbn Bibi Sultan’ın atını şu şekilde tasvir etmektedir; “Cihan padişahı yeri ayakları altında dümdüz eden, ay gibi göğü dolaşan, nalının çivisi altından, kulağı demirden, tırnağı çelikten bir ata binmişti[206].

Sultan Alâeddin Bahaeddin Kutluğca komutasında Bağdat’a gönderirken “özel ahırından şahane atlas eyer örtüleri ve kıymetli dizginleri ve üzengileri olan 50 atı” kafileye katmıştır[207].

Yukarıda da görüldüğü gibi at sadece savaş unsuru olarak görülmemiş kıymetli bir hediye olarak kaynaklara geçmiştir. Tıpkı at gibi üzerinde bulunan eyer, üzengi ve dizgin gibi koşum takımları da değer arz etmektedir. Binek hayvanı sadece at değildir. Katır, deve gibi binek hayvanları kullanılsa da bunlar hakkında yeterli malumat bulunmamaktadır.

4.      ZERDHANELER VE TEÇHİZAT USTALARI



     Zerdhane silahların bakım ve muhafazasının yapıldığı yer anlamına gelmektedir. Bugünkü anlamı silahhanedir. Zerdhanede bulunan silahlar rütbelere göre değişir. Padişahın silahlarının bulunduğu odaya ‘Zerdhaney-i Hass’ denirdi. Zerdhane Emir-i Silah’ın idaresi altında bulunmaktaydı. Silahların sayımları yapılır ve defterlere kaydedilirdi. Silahların bakım ve onarımı yine burada yapılır, savaş veya fetih sonrasında ele geçen ganimet arasından silahlar toplanır ve bu zerdhanelere bırakılırdı. Serkeşler ve kütvallerde bulundukları yerlerin zerdhanelerinden sorumluydular.[208] Ok ve yaylar için zerdhanelerde özel bir yer ayrılmıştı. Onlarında bakımı ve onarımı burada yapılırdı. Bakım ve onarımıyla da başka bir sınıf ilgilenirdi.[209]

İbn Bibi’nin eserinin muhtelif yerlerinde zerdhane ile ilgili bilgilere rastlanmıştır. Sultan Gıyaseddin Antalya’yı fethettikten sonra şehirde kalmış ve kale duvarlarının onarımını yaptırmıştır. Bu esnada zerdhaneleri ise silah ve teçhizat ile doldurmuştur[210].

Bazen Sultan’a mektup yazarak silaha ihtiyaçları olduğunu belirtmesi İbn Bibi’nin eserinde geçen diğer bir konudur. Emir Mübarezeddin’in ermen vilayetlerini almak için çıktığı seferde Sultan’a mektup yazarak silah ihtiyacı olduğunu belirtmiştir[211].

     Teçhizat ustalarına gelince kaynaklar silahların kullanımından ve öneminden çokça bahsetme sade bunları yapan ustalardan hiç bahsetmemişlerdir. Yapılan araştırmalar sonucu sadece bir kısmının ismine ulaşılmış, işlevleri hakkında bilgi verilmemiştir. Erdoğan Merçil’in yaptığı araştırma sonucu ele geçen bilgiler bize şu şekilde yansımıştır;

Ø  Keman-ger: Yay ustası

Ø  Seyyaf: Kılıç ustası

Ø  Siper-ger: Kalkan ustası

Ø  Şemşir-ger: Kılıç ustası

Ø  Tir-tiraş: Ok ustası

Ø  Zırh-baf: Zırh yapıcı

Ø  Zırh-ger: zırh satıcısı demekti
[212]

C. SELÇUKLULARDA SAVAŞ GELENEKLERİ


1.      SAVAŞ ÖNCESİ GÖSTERİLEN FAALİYETLER



Selçuklu Devleti’nin de tıpkı diğer devletlerde olduğu gibi bazı savaş gelenekleri vardı. Bu geleneklerin ortaya çıkışında düşmanı daha savaşmadan çökertmek, üstünlük sağlamak fikri önemli yer tutmaktadır. Şimdi bu faaliyetlerin neler olduklarına bakalım;

Ø  Casus gönderme: Karşı cephede bulunan devletin nasıl bir faaliyet içerisinde olduğunu öğrenmek için istihbarat işlerinden sorumlu memurlar tarafından görevlendirilen casusların getirdiği bilgiyi sadece Sultan bilmekteydi. Casuslar görev yaptıkları bölgeyi, o bölgenin insanını iyi tanıyan kimselerdi.

Galip sultan İzzeddin Sinop’u almak için harekete geçtiğinde önceden casuslar göndermiş ve hem buranın hâkimi hem Sinop hakkında bilgiler almak istemiştir[213].

Sultan Gıyaseddin Keyhüsrev Moğol ordusu ile karşılaşacağı sırada Tabi devletlerden gelecek olan kuvvetleri beklerken casuslar ve muhbirler gelerek Baycu’nun karınca sürüsü gibi bir orduyla harekete geçtiğini haber vermişlerdir[214]

Ø  Meşveret Meclisi ( Danışma Kurulu): B meclislerde devlet erkânı ile Sultan görüşmeler yapar ve savasın gerekli olup olmadığı konusunda tartışma yaparlar. Sadece savaşın gerekliliği değil nasıl bir güzergâh izleneceği de bu meclislerde görüşülürdü.

Galip Sultan İzzeddin Keykavus Sinop’un kuşatılması için meşveret meclisini toplamış ve Sinop’u görmüş, oranın durumunu iyi bilenlere ne yapılmasını sormuştur. İleri gelenler ise, Sinop’un kuşatılmadan alınamayacağını, karadan ve denizden yardım kesildikten sonra şehrin alınmasının mümkün olduğunu belirtmişlerdir[215].

Ø  Sultan İçin Otağ Kurulması: Otağ hükümdar için kurulan süslü çadır demektir. Savaş alanlarında genellikle ordugâha kurulur. Sultan güvenlik nedeniyle otağını sık sık yer değiştirmiştir[216].

Halep’e sefer düzenlemek için harekete geçen Galip Sultan İzzeddin öncü birliklerin yenildiğini öğrenince bu beyleri otağına çağırmıştır. Bu beyler geldikten sonra ise özel askerlerine silah kuşanmalarını ve otağa kimseyi yaklaştırmamalarını emretmiştir[217].

Ø  Eğlence Meclisleri Yapmak: savaş öncesi ve sonrası yapılan bu etkinlik genellikle asker ve halkın moralini yüksek tutmak, cesaretlerini arttırmak ve korkularını yenmeleri için yapılmıştır. İbn Bibi’nin eserinde çok sayıda bu meclislerden bahsedilmektedir. Buralarda çeşitli oyunlar oynanarak askerlerin çevik ve zinde kalmaları sağlanmıştır. İbn Bibi esrinde bu meclislere Bezm adını vermektedir[218].

Kâhta Kalesi’nin fethinden sonra Emir Mübazereddin şahane bir sofra ve büyük bir eğlence merkezi kurdu. O geceyi kalede gündüz ettiler[219].

Emir Hüsameddin Çoban Suğdak sahrasına inince eğlence meclisi düzenledi ve ordunun sipehdarlarını ve serverlerini davet etti[220].

İbn Bibi’nin eserinde çok rastlanmayan savaş öncesi faaliyetler ise şunlardı;

Ø  Sürgün avına çıkmak bir nevi savaş provası demektir. Av sırasında belli bir düzen ve tertip alınır ve daima koordineli biçimde hareket ederlerdi.

Ø  Ok göndermek savaşa davet anlamını taşımaktaydı.

Ø  Geçit töreni yapmak ise çok farklı bazı sebeplere dayanırdı. Birinci sebep askeri ve teçhizatı kontrol etmekti. Eksiklikler tespit edilir ve giderilmeye çalışılırdı. Diğer bir sebep savaş öncesinde askerin moralini yükseltmekti. Diğer bir amaç ise güç gösterisi yapmak ve düşmana gözdağı vermekti.[221]

Ø  Savaş meclisi toplamak eski Türklerden itibaren ortaya koyulan bir gelenekti mesele ne ise bu mecliste görüşülür ve bir karara bağlanırdı. Uygulanacak savaş taktiği bu meclislerde verilirdi.[222]

Ø  Yüzük göndermek eski Türk devletlerine ait bir gelenekti. Hükümdar karşı tarafın ordusunu zayıflatmak için karşı tarafın komutanlarına yüzük gönderilerek kendi taraflarına çekmeye çalışmışlardır. Yüzüğü kabul eden mahiyetindeki orduyla birlikte yer değiştirmiş sayılırdı.

Ø  Barış önerisinde bulunmak Türk devlet başkanlarının barışçı özelliğinden kaynaklanan bir adetti.

Ø  Otağ kurdurmak ise sefere çıkma işareti sayılırdı. Otağ kurulur birliklerde otağın etrafında toplanmaya başlardı.

Ø  Yâda taşı ile yağmur yağdırmak ordu gelenekleri arasında yer alırdı. Mesela sefer sırasında su sıkıntısının çekilmesi esnasında bu taşla yağmur yağdırılırdı. Bu eski Türklerde yaygın olan bir savaş âdetiydi.

Ø  Savaş türkülerinin söylenmesi ile orduyu savaş havasına sokup onları cesaretlendirmekti.

Ø  Tuz-ekmek göndermek âdeti yine eski Türklerden kalma bir adetti. Tuz ekmek aynı sofradan alınan rızık demekti. Ve savaşa girmeden önce karşı tarafla arada tuz ekmek hakkı varsa bu hatırlatılırdı.

Ø  Atkuyruğu bağlamak savaş esnasında uzun olan kuyruğun ata dolanıp süvariyi engellemesini önlemekti.

Ø  Meydan okumak ve mübareze usulü iki ordu arasında yapılan bir nevi güç gösterisi demekti. İki ordunun en güçlü iki eri ortaya çıkar ve birebir dövüş yapılırdı. Bu mübareze boyunca borazanlar çalınır ve erler cesaretlendirilirdi. Bu karşılaşmada pes yoktu ve yenilenin başı kesilirdi.[223]

2.      SAVAŞ SIRASINDA GÖSTERİLEN FALİYETLER



Ø  Davul ve borazan: Askeri bando olarak görülen “nevbet” savaş sırasında çalınan müzikten ziyade bir hükümdarlık alameti idi[224]. Selçuklu devletinde sadece hükümdarlar beş vakit nevbet çaldırabilirlerdi. Savaş esnasında çalınan nevbet ise orduyu savaşa şartlandırmak için, savaş öncesi askeri coşturmak ve düşmanı korkutmak için, hücuma geçileceği zaman savaşa hazır ol komutu vermek için kullanılırdı. Savaşın zaferle müjdelenip müjdelenmediği ise yine bu çalınan bando ile haber verilirdi[225]

Sultan Gıyaseddin Keyhüsrev Moğol ordusu ile mücadeleye “tunç borunun, kös’ün ve davulun sesi göklere tutunca” başlamışlar ve hatta devlet büyükleri Sultan’ın otağına gidip görüş alışverişinde bulunmuşlardır[226]

Alâeddin Keykubat’ın ordusunun Suğdak’a doğru harekete geçmesi ve buraları fethetmek için düzsen aldığı sırada sipehdar “davul seslerinin göklerdeki meleklerin kulağına ulaştırmasını emretmiş” ve savaş başlamıştır[227].

Çincin Kalesinin fethi sırasında nay-ı ruyin isminde bir tür zurnanın çalınması ile yer civa halini almış asker ise kaynamaya başlamıştır[228].

Sultan Alâeddin Kâhta kalesini fethe çıktığı zaman ise ordu trompetinin yani tabire-i sipah’ın gümbürtüsü aya çıkıyor ve savaş yiğitlerini korkusu baş ağrıtıyordu[229].


Ø  Nara Atılması: Savaş narası, askerlerin düşmandan çekinmediğini göstermek, mücadeleye kendini motive etmek ve düşmana korku salmak için anlamlı yâda anlamsız sözlerle bağırmasıdır[230].

Diğer faaliyetler ise şunlardı;

Ø  Bayraktarı harekete geçirmek orduyu yürüyüşe ve saldırıya geçirmek demekti. Bu esnada davullar ve borazanlar çalınır ve yüksek sesle naralar atılarak karşı tarafa korku salınırdı.[231]

Ø  Çetrin yere düşmesi bozgun anlamına gelmekteydi. Çetr hükümdarın başına tutulan şemsiye demekti. Bunun yere düşmesi bozguna işaretti.

Ø  Toplanma borusu yâda davul çaldırmak tehlikenin geçtiğinin göstergesiydi. Orduya tehlikenin geçtiğini haber vermek ve toplanmalarını sağlamak için uygulanan bir adetti.

Ø  Miğferin veya kesilmiş başın mızrağın ucunda dolandırılması zafer işareti anlamına gelmekteydi. Komutanlarının başını gören karşı taraf moral bozukluğu yaşar ve savaş alanını terk ederdi.

Ø  Zafer davulları çaldırmak adından da anlaşıldığına göre zafere işaretti.

Ø  Mızrak çevirmek savaşı bitirme ya da saf değiştirme alametiydi.

Ø  Kamp ateşleri yakmak karşı tarafı sayının çok olduğuna inandırmak için yapılan bir adetti.

Ø  Aman dilemek bağışlanma isteğini ifade etmektedir.

Ø  Kale burcuna bayrak ya da sancak çekmek kazanılan zaferin sembolüdür.

Ø  Boynuna kefen ya da kılıç asmak teslim ve itaatin sembolü olarak kullanılmıştır.

Ø  Savaşta başarı ve kahramanlık gösterenleri ödüllendirmek, onları onurlandırmak ve ordu mensupları arasından yeni kahramanlar çıkmasını sağlamak ve onları ödüllendirmek için yapılan bir uygulamadır.[232] 

3.      SAVAŞ SONRASI GÖSTERİLEN FAALİYETLER



Ø  Aman vermek: Genellikle kale ve şehir kuşatmalarında görülen bir uygulama olup, düşmanı ile başa çıkamayacağı anlayıp yenilgiyi kabul eden kale veya şehir halkının can ve mal güvenliği talebinde bulunması demektir[233].

İzzeddin Keykavus Ankara kuşatması sırasında halkın mal ve can güvenliğine, melik Alâeddin’in sağ salim bir kaleye gönderileceğine dair çok ağır yeminler vermiştir[234]

Ø  Fetihnameler Göndermek ve Anlaşmalar Yapmak:  Fetihname Müslüman ve Türk İslam devletlerine kazanılan zaferleri haber veren mektuplar veya fermanlardır[235]. Girişilen savaşların ardından ise iki taraf arasında antlaşmalar imzalanırdı. Fetihname ve zafername ile birlikte hediyeler göndermek kazanan tarafın kendi itibarını yükseltmek için yaptığı bir alamettir.

Ø  Sefer Masrafı Almak: Direnme ve savunma gücünü kaybetmiş bir kuvvetin bölge ve şehrin yağma ve tahribini önlemek için rakip kuvvet tarafından alınan ücrettir.

Ø  Kurtuluş akçesi: Savaşta alınan esirlere karşı uygulanan bir muameledir. Eğer esir edilen hükümdar ise kurtuluş akçesi ile birlikte bazı şartları kabul edip vassal duruma geçmek zorundadır.

Ø  Uğurlama ve karşılama töreni yapmak: halkın göreviydi. Savaşa giderken uğurlama töreni yapan halk savaş dönüşü karşılama töreni yapardı.

Ø  Kutlama yapmak yine eski adetlerden biri idi. Vassal hükümdarlardan halka kadar herkes kutlama yapardı. Vassal hükümdarlar çeşitli hediyeler sunarlar, halk ise kendi arasında çeşitli eğlenceler tertiplerdi. 

Ø  Askeri başarılarından dolayı savaşan askerlere farklı isimler verilirdi. Bu verilen lakaplar çoğu zaman ismin önüne geçer ve kişi artık bu lakapla anılmaya başlardı.[236].

4.      SAVAŞ TAKTİKLERİ


a.      MEYDAN SAVAŞI



     Top yekün savaş demektir. Bütün millet ister asker olsun ister olmasın bu savaşa katılarak ülkeyi müdafaaya geçer. Bu savaşın en önemli özelliği kesin sonuçlu olmasıdır. Yıpratma, yıldırma, sürpriz hücum, baskın, geri çekilme, pusuya düşürme, kuşatma ve imha genel özellikleridir.[237] Karşı ordu önce küçük birliklerin sık saldırılarıyla yıpratılmaya çalışılırdı. Daha sonra sürpriz saldırılarla bu yıpratmaya devam edilir. Saldırılar yapıldıktan sonra sahte geri çekilme başlar. Düşman bu durumda karşı atağa geçer ve geri çekildiğini sandığı ordunun üzerine doğru yürür, tam bu sırada pusuya düşürme planı işe yarayan ordu ortaya çıkar ve ordu kuşatılıp imha edilir. Bu savaş taktiğine sahte ricat imside verilir. Bu savaş taktiği Türklere has bir savaş taktiğidir. Yapılan mücadelelerin kazanılmasında önemli rol oynamıştır. Türkler çok fazla karşı orduyla yüz yüze gelmemiş genelde vur-kaç taktiği uygulamışlardır. Tuğrul Bey kendi döneminde akıncı birlikleri önden göndererek ganimet toplayıp düşmanı yıldırmalarını istemişti. Bu akıcı birliklerinde sürat esastı. Bu akıncılardan sonra yukarıda da bahsettiğimiz gibi kuşatma başlar ve karşı taraf bertaraf edilirdi.

       Türkiye Selçukluları meydan savaşlarını pek fazla tercih etmemişlerdir, çünkü Anadolu’da Bizans orduları ve haçlı orduları gibi kendisinden sayıca üstün kuvvetler ile mücadele etmek zorunda kalmaları nedeniyle genellikler vur- kaç taktikleri kullanmışlardır[238]

b.      KUŞATMA SAVAŞI



Kalelerin kenarlarına geniş hendekler açılarak düşman beklenir ve kaleye girmesi engellenir. Türkler kendilerini bu şekilde korumaya alırlar. Düşman kalelerini ele geçirmek için yola çıkan Türkler ciddi bir muhasara uygularlar. Kalede bulunanların dışarı ile irtibatları kesilir ve halk kaderine terk edilirdi. Onları çaresiz bırakarak teslim olmaları sağlanırdı. Bu stratejideki temel amaç insan vücuduna girmiş mikropların ilaç yardımı ile kuşatılarak yok edilmesi gibi, düşmanın hiç tahmin etmeyeceği bir anda etrafını çevirmek ve yok etmektir[239]

Keykubat Alâeddin yönünü Antalya tarafına çevirdiği esnada gözüne Alara kalesi takıldı ve orayı fetih için harekete geçti. Kalenin sahibi dünyadan el etek çekmiş iki kardeşti. Sultan bunlara emirlerden birini göndererek teslim olmalarını “kellesini yene vermemeleri için fermandaki söze uymalarını” istedi ve bu iki kardeş korkularından kaleyi sultan’ın elçilerine teslim ettiler[240]

 Kaledekilerin çaresiz duruma teslimiyetleri sağlanmaz ise mancınık kullanılarak kale duvarları yıkılmaya başlanırdı. Açılan lağamlarda içeri girmeye çalışılırdı. Ayaklı kuleler ve yüksek merdivenler bu kaleleri kuşatmanın en önemli yollarıydı.

       Galip Sultan İzzeddin döneminde Antalya halkının isyanı ve bu bölgenin ikinci defa Sultan tarafından ele geçirilmesi için harekete geçildiğinde savaşın uzamasından sıkılan Sultan, her Emire bir defada on piyadenin kale duvarına çıkacağı şekilde merdivenler yaptırmasını ve askerleri kale duvarları üzerine çıkartmasını emretmiştir[241]   

Müstahkem yerler gece baskınları ile düşürülmüştür. Türkler ele geçirdikleri şehirlerin halklarının önce teslim olmalarını ister. Teklif kabul edilirse hayatları bağışlanır, kültürel ve dini inançlarına dokunulmaz. Şehrin etrafına İslamiyet’i temsil eden ve burada yaşayan kale halkının geçiminin sağlanacağı yapıtlar yapılırdı.  Bu savaş yönteminin İslam medeniyetinden Türklere geçtiği söylenir.[242]

c.       SAVUNMA SAVAŞLARI



Türkiye Selçuklularının tüm şehir ve kaleleri kuşatmaya mümkün olduğu için şehir sahipleri bu duruma karşı bazı önlemler almışlardır. Bu önlemlerden en önemlileri savunma silahlarının bulunduğu bir cephane tesis etmek ve içerideki halka aylarca yetecek yiyecek ile içecek bulundurmak[243].

Sultan Alâeddin Mübarezeddin Ertokuş’u Köganya Kalesi’ni fethetmek için görevlendirdiği sırada Ertokuş büyük bir ordu ve savaş aletleri ile yola çıktı. İbn Bibi bu olayı anlatırken kale melikinin sınırsız ve benzersiz zahirelere, denizler gibi dalgalanan derin su sarnıçlarına, kırk depoya ve dağlar gibi üç ev dolusu yığılmış yağ, bal. Badem, şeker, tuz ve odunu erzak olarak yığdığından bahseder[244].

 Kuşatma esnasında kale veya şehrin hâkimi içeride bulunan halkın ihanet etmesini önlemek için onların gönlünü hoş etmeye çalışır. Kale burçlarına yerleştirilen askerler ok atarken, içeride önceden kurulmuş mancınıklarla taş atılarak kuşatmacılara karşılık verilirdi.

Sultan Alâeddin’in Çemişkezek Kalesi’ni fethi sırasında böyle bir olay yazıldığından bahseden İbn Bibi, Sultanın gönderdiği elçi üzerine ok ve taşları kale içerisinde attıklarını ve elçinin siperini üstüne çektiğini aktarmaktadır[245].

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

İBN BİBİ’Nİ ESERİNDE GEÇEN DİĞER ORDULAR VE TÜRKLER İLE ETKİLEŞİMİ



A.    MOĞOL ORDULARI VE BUNLAR İLE YAPILAN MÜCADELELER



Türkiye Selçuklu devleti bulunduğu saha itibari ile hem doğudan hem batıdan gelebilecek tehlikelere açıktı. Batıda Bizans doğuda ise farklı devlet ile yıkılışına kadar mücadelesini sürdürmüştü.

Doğu da uğraştığı en önemli mesele Moğolların yaptığı işlerdi. Her yerde fesat çıkarmışlardı. Yaptıkları bu işlerden Türk-İslam devletleri nasibini almıştır. Anadolu Selçuklu Devleti doğudan gelen bu tehlike karşısında çaresiz kalmış ve devlet kendini toparlayamayarak yıkılma sürecine girmiştir.

1241 yılında Selçuklu sınırlarında dolaşan Moğol ordusunun başına Baycu Noyan geçmiştir. 1242 yılında ise Selçuklu ülkesine giren Noyan şiddetli bir muhasara ederek Erzurum’u işgal ve tahrip etmiştir. II. Gıyaseddin Keyhüsrev ise bu tehlikeye karşı bazı önlemler alarak Moğol ordusu ile savaşmaya hazırlanıyordu. Bu iki kuvvet 1243 yılının temmuz ayında Sivas’ın doğusunda kalan Kösedağ mevkiinde karşılaştılar. Selçuklu devletinin mağlubiyeti ile sonuçlanan bu savaş sonrasında Moğollar Anadolu’yu açıktan tahribe başlamış ve Anadolu Selçuklu devleti çöküş aşamasına geçmiştir[246].

Moğolların bu kadar etkili olmasında Selçuklu Sultanı II. Gıyaseddin’in yeteneksizliği ve devlet işleri ile ilgilenmeyişi yatsa da esas olan Moğolların kuvvetidir. Güçlü bir devlete olarak karsımıza çıkmasa da güçlü ordusu ile Türkiye Selçuklularının vassalı olan birçok bölgeyi ve hatta Anadolu Selçuklularını da kendisine tabi hale getirmiştir.

İbn Bibi Moğol istilası ve onların yaptıkları ile ilgili genişçe bilgiler vermiş ve eserinde belli bir bölüm olarak bahsetmese de orduları ve komutanları hakkında geniş malumat vermiştir.

İbn Bibi ilk olarak Moğolların Sivas nahiyesinde bir kervan saraya yaptığı saldırıdan bahseder[247]. Bu kervansaraya saldıranların ise Moğol öncü birliklerinin yani karavulların düzenlediğini kaydetmiştir. Görüldüğü üzere Moğollar da tıpkı Selçuklu askeri teşkilatında olduğu gibi öncü birliklere sahiplerdi ve bunlara kendi teşkilatları içerisinde karavul adını veriyorlardı.  Bu birliklerle saldıracakları yerleri hem keşfetmiş oluyorlar hem de halkın korkmasını sağlayarak bu bölgeleri tahrip ediyorlardı.

Erzurum mahsuresi kendilerine verilen Harezmliler Sultan’ın kendilerine verdiği menşurlar ile yola çıktılar. Tuğtab bölgesinde dinlenirlerken Moğol ordusunun zırh giymiş 700 erinin saldırısına uğradılar. Kaçabilenler kaçtı ve kalanları esir olan alan Moğol kuvvetleri her tarafı ateşe vererek oradan kaçtılar[248]. Askerlerin kendilerine korumak için giydikleri zırh Moğol ordusunda da görülmektedir fakat kendilerine ait özellikleri olup olmadığına eserde yer verilmemiştir.

Moğolların Erzurum’u işgali hakkında bilgi veren İbn Bibi bu kısımda ordularına temas etmiştir. Carmagon Noyan’ın sağlığının bozulmasından sonra Kaan tarafından “başkomutanlığa, subaşlığa ve yöneticiliğe Baycu Gürcü Elçi getirilir. Baycu kendi itibarını yükseltmek için 30 bin süvari ile Erzurum üzerine yönelmiştir. Erzurum kalesine vardıklarında surların etrafını mancınık ve arradeler ile dövmüşlerdir. Vali Duvini şehre ihanet ederek kapıları açmayı teklif etmiş ve Baycu Noyan bunu kabul ederek tam teçhizatlı 200 asker kaleden içeri alınmıştır[249]. Moğolların askeri teşkilatına baktığımızda Selçuklu devletinin yapısıyla ciddi benzerlikler görüyoruz. Selçuklularda ordu komutanı olarak nitelendirdiğimiz Subaşı Moğollarda da varlığını ve görevini korumaktadır. Moğollarda süvarilerin varlığı ise dikkat çekici diğer unsurdur. Türk ordularında önemli yer tutan at ve askeri unsur olarak kullanılan at Moğollarda da askeri unsur olarak kullanılmış ve hatta verilen bilgilerden anlaşıldığına göre süvari adı altında askeri bir birlik oluşturulmuştur. Mancınık ve arrade gibi ağır silahların kullanılması Moğol ordularında dikkat çeken bir diğer husustur. Bu gibi ağır silahların taşınması ve kullanılması ustalık istemektedir. Moğol ordusu bu silahları kullanarak ciddi savunmalar yaptığına göre ciddi bir askeri eğitim söz konusudur.  

Sultan Gıyaseddin Keyhüsrev Moğollar ile savaşmak için harekete geçtiğinde ve Kösedağ da karşı karşıya geldiklerinde karşısında kendi ordusundan farkı bulunmayan bir ordu ile karşılaşmıştır. Sultan sefer sırasında tabi devletlerden gelecek olan kuvvetleri beklerken Baycu Noyan’ın Horasan, Irak, Fars ve Kirman beldelerinden topladığı askerler ile harekete geçtiği haberini almıştır[250]. Bu askerlerin ücretli olup olmadığı konusunda hiçbir bilgimiz bulunmamamıza rağmen orduda ki etnik unsurlar göz önüne alındığında Türk ordusu ile benzerlik göstermektedir.

Baycu Noyan’ın Erzincan’ın üzerine gitmesi üzerine devlet adamları ve emirler bulundukları yerden ayrılmamalarını yoksa bozguna uğrayacaklarını söyleseler de Sultan birkaç kişinin fikrine kandı ve harekata geçti. Baycu Noyan ise gelen ordunun iyice yorulduğunu anlayınca aniden saldırıya geçti. Biraz yıprattıktan sonra geri çekilir gibi yaptı. Selçuklu ordusunun hiç anlamadığı bir anda ise ok yağmurları ile orduyu perişan etti[251]. Selçuklu ordusunun en çok kullandığı savaş taktiği olan vur-kaç taktiği bu sefer düşman tarafından kendilerine uygulanmış ve gafil avlanmışlardır. Kullanılan savaş aletlerinin içinde ok’un olması okçu sınıfa denilen askeri bir sınıfın olduğuna işaret etmektedir.

Moğolların kullandıkları savaş taktikleri kuşatarak savaşma taktiği vardı. Kayseri Kalesi bu savaş taktiği kullanarak kuşatılmış ancak içeriden birilerinin ihaneti sonucunda ele geçirilebilmiştir.[252] Şehir önce kuşatılmış, sonra mancınık tekniği ile dövülmüştür.

Kösedağ yenilgisinin ardından anlaşma yapılması için Sahip Mühezzibeddin Baycu Noyan’ın karargahına gidip barış işlemlerini tamamladığı İbn Bibi tarafından bizlere aktarılan bir diğer bilgidir[253]. Selçuklu ordusunda Ordu komutanı kim ise onun adına otağ kurulmuş ve tabir caiz ise tüm savaş boyunca ve sonrasında da bürokrasi işlemleri buradan sürdürülmüştür. Baycu Noyan’da savaş esnasında böyle bir otağ kurdurmuş ve savaş sonrası barış antlaşması burada yapılmıştır.

B.     BİZANS ORDUSU VE GİRİŞİLEN MÜCADELELER



XI. yüzyılından itibaren başlayan Selçuklu-Bizans ilişkileri zaman zaman kurulan ittifaklar veya yapılan antlaşmalarla yumuşamışsa da çoğunlukla mücadeleler şeklinde geçmiştir. Bu mücadeleler Bizans açısından Selçuklulara kaptırılan Anadolu’nun geri alınması düşüncesi ile yapılırken, Selçuklular açısından da yurt edindikleri Anadolu’daki hakimiyetlerini sağlamlaştırmak amacı taşıyordu. Selçukluların bu ilerleyişi Bizans için bir ölüm tehlikesi oluşturuyordu[254]. Uzun süredir aynı topraklarda yaşama zorunluluğuna sahip olan bu iki devlet zamanla sosyal, kültürel ve ekonomik ilişkiler içerisinde de bulunmuştur[255] 

İbn Bibi eserinde Bizans devletinden bahsetse de onların ordusu ile ilgili neredeyse hiç teferruat vermemiştir. Sultanların iç çekişmemelerinden sonra Bizans devletine kaçıp sığınmaları ve buradan yürüttükleri faaliyetlerden bahsederken onlar hakkında az da olsa bilgi vermiştir.

Sultan Gıyaseddin’in ülkesinden ayrılarak Bizans memleketine gitmesi ile bu olayları kayda geçiren İbn Bibi burada Sultan’ın karşılanışını ve Bizans Devletinde şanı olan Frenkle mücadelesini anlatmıştır.

 Sultan’ın gelişini haber alan Vasilyus yani III. Alexis Sultan için güzel bir karşılama töreni hazırlamış ve hergün eğlence meclisleri düzenlemiştir. Bir gün diven üyeleri ile elbiseleri yüzünden tartışmaya giren Frenk’in Sultana kötü davranması üzerine Sultan mertçe savaşmak için onu çağırdı. Ve her iki tarafta hazırlanmaya başladı. Frenk bütün gece zırh, miğfer, gürz ve kılıçtan meydana gelen savaş araçlarını hazırlamış ve atını eyerlemiştir[256]. İbn Bibi’nin aktarımına göre Frenk tanınmış bir kişidir. Frenk’in keskin kılıcını ve sivri mızrağını tanımayan yoktur[257]. Verilen bilgilerden anlaşıldığına göre Bizans ordusunda da savunma silah aletlerine rastlanmaktadır. Bunların kendilerine ait olup olmadığı bilinmese de etkileşim ile ortaya çıktıkları aşikardır. Orta Asya’dan gelen kavimlere ait olan özellikle gürz ve kılıç batıya yayılan kavimler aracılığı ile batılı devletler tarafından tanınmış ve doğu kavimlerine karşı kullanılmıştır.

IV. Haçlı seferinin beklenilenin aksine Latinlerin İstanbul’u işgali ile son bulması üzerine şehri terk eden bazı Bizans idarecileri Anadolu’da ele geçirdikleri merkezlerde Bizans imparatorluğunun varisi olarak devletler kurmaya çalışıyorlardı. Nitekim III. Alexi’nin damadı olan Laskaris İznik merkez olmak üzere Batı Anadolu’da müstakil bir devlet kurmuş, Komnenos hanedanına mensup iki kardeşte Karadeniz sahillerinde hakim olmaya çalışıyorlardı[258].

Gıyaseddin ve oğullarının Bizans devletinde yaşadıkları dönemi anlatan İbn Bibi, şehzadelerin Bizanz hükümdarı tarafından görevlendirdiği özel hizmetçiler korunup gezdirildiğini aktarmıştır[259]. Bu özel hizmetçilerin mahiyeti bilinmese de Selçuklu devletinde olduğu gibi Gulam sisteminin olduğunu düşünmek olasıdır.  

Galip Sultan İzzeddin bu kurulan müstakil devletçiklerin alanında yer alan Sinop üzerine yürümüş ve burasını fethetmiştir. Bu konuyu aktarırken Sinop tekfurundan bahseden İbn Bibi onun kuvvetlerini şu şekilde açıklar; “tekfur Aleksi yanında 500 süvari ile şehir dışında avlanarak vakit geçirmektedir”. Ani bir baskın düzenleyen Selçuklu kuvvetleri tekfur ve adamlarını esir almıştır[260]. Selçuklu ordusunda Sultan ve askerlerinin boş zamanlarında da eğitime devam ettiklerini ve avlanarak talim yaptıklarını biliyoruz. Sinop hakimi olan Aleksi’nin de askerleri ile avlanmaya çıkması kendi içerilerinde nasıl bir amaç taşıdığı bilinmese de Türk askerleri gibi savaş talimi yaptıkları düşünülebilir.

C.    TÜRK ORDULARININ YABANCI ORDULARA ETKİSİ



Türk orduları ilk başlardan itibaren sürekli değişerek kendini geliştiren bir unsurdur. Sürekli başka toplumlar ile etkileşim içine girmiş ve kendi özünü koruyarak çok önemli bir seviyeye ulaşmıştır.

     Türk orduları ile diğer ordular arasında en önemli üç fark dikkate şayandır. Bu farklardan biri Türk ordusunun ücretli olmayışıdır. Türklerde ordu devletin tabii savunma gücü olduğu için ücretli değildir.[261] Her Türk asker doğmuş ve ordu millet anlayışı beyinlerde yer etmiştir.  Başka toplumlarda ise böyle bir anlayış olmadığından askeri kuvvet genelde ücretliydi. Yabancı devletlerin bu ücretli asker ordusunda Türklerde yer almışlardır. Türklerin bunu yapmadaki amacı ise bu durumdan faydalanıp, bulundukları devletin siyasi hayatına hükmetmekti.

     İkinci farklılık ise Türk ordusu daimi bir yapıya sahipti[262] Türklerde eli silah tutan herkes asker sayılırdı. Sürekli bir ordusu bulunan devletin sefer zamanında eğer ihtiyacı olursa her bölgeden asker takviyesi yapılırdı.

     Üçüncü fark ise Türk ordusunun süvarilerden kurulu olması idi[263]. Türk ordularının esasını bu süvari birlikler teşkil etmişti.

     Bu öne çıkan üç farktan sonra yabancılara tesir ettiğimiz en önemli konu 10’lu sistemdir. Mo-tun zamanında ortaya çıktığı öne sürülen bu 10’lu sistem ilk olarak Moğollar tarafından örnek alınmıştır. Cengiz Han 1206 yılında ordusunu şekillendirirken Türk usulü ile bir yapılandırmaya gitmiş ve ordusunu bu çerçevede teşkilatlandırmıştır.[264]

     Bir başka tesir ettiğimiz unsur ise harp taktiklerimizdir. İki çeşit harp taktiğinin uygulandığı görülmektedir. Birinci sistem phalanx denilen sistemdi. Ağır silahlı yaya ordular tarafından uygulanan bir sistem olduğu söylenir. İkinci taktik ise Türklere has bir sistemdir. Hafif silahlı süvari birliklerden oluşur. Bu sistemde en alttaki de en üstteki de merkezden tek bir kuvvete bağlıydı. Bu da ortaya bir millet bağlılığı koyuyordu. Diğer yandan bu düşünce ordu millet anlayışının ortaya çıkmasına neden olmuştu. İşte bu uygulanan birlik ve beraberlik Avrupa Hunlarıyla birlikte Avrupa'ya taşınmış ve orda ilk defa Romalılar tarafından kullanılmıştır.[265] Turan taktiği denilen bu savaş türü ilk defa Çin prensi Ho Kü-pig rafından kullanılmıştır.522 yılında İtalya Gotlarına karşı savaşa giren Bizans’ta bu taktiği kullanmıştır. Ünlü komutan Ceasar ilk defa bozkır tipi süvari birliğini esas alarak ordusunu düzene koymuştur. Hazarlar ve Kumanlarında kullandığı bu taktik Rusları etkilemiş ve Ruslarda ordularını bu sisteme göre düzenlemeye başlamışlardır. Franklarda 6.yüzyıldan itibaren okçu- süvari birlikler oluşturmaya başlamışlardır.[266]

     Giyim kuşamda Türklerin diğer devletleri etkilediği unsurlar arasındadır. Ceket, pantolon başlık ve çizme Türklerden Çinlilere geçmiştir. Batıda ise ceket ve pantolon 4. asırdan itibaren görülmeye başlamıştır.

     Atın koşum takımları, binicilik ve keten gömlek giyme Romalılar tarafından örnek alınmıştır. Türk saç biçimlerinden dahi etkilenen Bizanslılar bu özelliği de kendi askerlerine uygulamıştır.    

     Yiyecek konusunda da Türklerin taklit edildiği söylenir. Çünkü yabancı devletler yanlarında orduyla birlikte binlerce sığır ve koyun sürüsü taşımaktaydılar. Türkler ise yanlarında konserve denilen kurumuş et taşıyorlardı. Bu konserve Türklerin baş yiyeceğiydi.

     Türklerin yanlarında taşıdıkları seyyar hamamları örnek alan Bizanslılar bunları kendi ordusuna uygulamıştı.[267]

     Burada da görüldüğü üzere batıda yıllar sonra ortaya çıkan unsurlar Türklerde en başından beri mevcuttu. Demir disiplin sayesinde diğer devletler tarafından örnek alınan Türklerin bugünde aynı potansiyeli gösterip gelişmiş ülkeler seviyesine çıkabilmesi ümidi ve dileğiyle konuyu burada tamamlıyoruz. Kuvvetli olan takdir edilir.

SONUÇ



      Ordu ve devlet teşkilatını en iyi uygulayan devletlerarasında gelen Selçuklu Devleti yaptığı fetihlerle Türklerin yeni ülkelere açılmasını sağlamıştı. Başta sadece merakla başlayan bu fetih hareketi gün geçtikçe şiddetlenmiş ve gidilen yerleri ele geçirme arzusu doğurmuştur. Bu arzuyu tatmin etmek için ihtiyaç duyulan tek şeyin ordu olduğunu bilen Türk hükümdarları ordunun gelişmesini ve güçlenmesini sağlayacak hiçbir etkenden kaçınmamışlardır. Asker mefhumunu her şeyin önünde tutarak onları fethedecekleri ülkelerin güzellikleriyle ödüllendirmiş ve bunun yanında onlara çeşitli rütbe ve dereceler vererek onların itibar kazanmalarını sağlamıştır.

     Uygulanan bu strateji sayesinde birçok devleti geride bırakıp zirveye çıkan Selçuklu devleti, kendisinin bu günlere gelmesini sağlayan ordu unsurunu hiç arkasında bırakmamış, onlara ayrı bir muamele uygulamıştır. Orduyu sevindiren bir olay hükümdarı sevindirmiş, hükümdarı sevindiren bir olay ise orduyu sevince boğmuştur. Uygulanan sistemlerle ordu-millet anlayışını desteklenmiş ve onları refaha erdirmek için var olan kaynakların hepsi onlar harcanmıştır.

     Dillere destan bir orduya sahip olan Türkler sadece başkalarından etkilenip onların kültürlerini kendi kültürleriyle kaynaştırmakla kalmamış, döneminde bulunan ve onlardan sonra gelen gayri müslim devletleri kendi tesiri altına sokmuştur. Uyguladığı savaş taktiklerinden kullandığı savaş aletlerine, giydiği kıyafetlerden saç kesim şekline kadar her şey örnek alınıp uygulanmaya konulmuştur.

     Ciddi bir fetih politikasıyla sınırlarını denizlere kadar geliştiren Türkler bir donanma kurarak sadece karada değil denizde de varlıklarını göstermeye başlamışlardır. Kurdukları deniz hâkimiyetleri ile hem yeni ticaret yolları bulup ekonomilerini zenginleştirmişler hem de deniz savunması yapabilmek için donanma kurarak sadece karada değil denizde de savunmaya geçmişlerdir.

     Uyguladıkları askeri eğitim ile doğuştan asker olarak yetişen Türkler, bu özelliklerini hiçbir zaman kaybetmemişlerdir. Zamanla daha düzenli ve sistemli hale gelen askerlik mesleği başka devletlerdeki gibi para kazanılan bir meslek olarak görülmemiştir. Kendi devletleri içerisinde ücretsiz askerlik yapan Türk gençleri, yabancı devletlerin ücretli ordularında görev de yapmışlardır. Bunu yaparken asıl amaç askerlik yaptıkları devletin siyasi idaresinde önemli rol oynayıp belirli bir güç topladıktan sonra kendi devletlerini kurmak istemeleridir.

     Her şartta ve her durumda kendilerini savunan Türklerde askerlik açısından cinsiyet ayrımı da yoktu. Her kadın ya da her erkek doğuştan asker sayıldığı için savaş esnasında kadın erkek ayrımı yapılmazdı. Savaş aletlerini kullanmayı ve ata binmeyi sadece erkekler değil kadınlarda çok iyi bilirdi. Buna en güzel örnek olarak eski Türk devletlerinde kızların çevgan oyunu oynayıp kendi aralarında ok atma yarışmaları düzenlemeleri gösterilir. Yine bu dönemde kızların ok atmalarına engel olduğu için göğüslerinden birini kestiği kaynaklar da arasında geçen bilgiler arasındadır.

     Askerlik eğitimini çocukluk döneminde başladığını yukarıda ifade etmiştik. Çocukların oyunları dahi askerlik eğitimine bir ön hazırlık niteliğindeydi. Çocuklar küçük yaşta ata binmeyi öğrenmek için koyunların üstüne binerlerdi. Ok atmayı öğrenmek için yaptıkları küçük oklarla fareleri vurmaya çalışmışlardı.

     Yukarıda da belirttiğimiz gibi birçok devlet, medeniyet ve kültürle karşılaşan Türkler kendi benliklerini kaybetmeden karşılaştıkları her medeniye ve kültürü kendi potasında eriterek bünyesine katmıştır. Bugün dahi etkilerini gördüğümüz bu sistem sadece bizi değil dünyada en uzun ömürlü devleti olma özelliği taşıyan Roma’yı dahi etkilemiştir. Orta Asya da doğup gelişen bu askeri kültür yapılan fetihler ve göçler sayesinde Avrupa’nın en uç bölgesine kadar ilerlemesini sağlamıştır. Abdulkadir Donuk’un deyimiyle güçlü olan taklit edilir. Geçmişten güç alarak geleceğe sağlam adımlarla yürüyebilmek, devletimizi ve milletimizi en yüksek seviyelere getirmek için her Türk genci çalışıp, gelmesi gereken en güzel yere gelmeli ve bu devleti hak ettiği noktaya taşımalıdır.

KAYNAKÇA


- DONUK, Abdulkadir; “Türk Ordu Teşkilatının Yabancı Ordulara Tesiri Meselesi”, Eski Çağ’dan Modern Çağ’a Ordular, İÜTAM ve Kitapevi yay. , İstanbul 2008, s. 183-191.

- NİZAMÜ’L-MÜLK; Siyaset-name, haz. Mehmet Altay Köymen, TTK. Yay. , Ankara 1999.

-AYÖNÜ, Yusuf; “Selçuklu- Bizans İlişkileri”, Türkler, VI, Ankara 2002, s.598-61

-ERDEMİR, Hatice Palaz; “Yabancı Yazarlara Göre Türklerde Savaş ve Taktikleri”, Türkler, II, Ankara 2002, s.938-942

-ERZİ, Adnan Sadık; “ İbn Bibi”, İA, V/ 2, 1968, s.712-718

-GÖKSU, Erkan; Türkiye Selçuklularında Ordu, TTK Yay. , Ankara 2010.

-GÜRBÜZ, Meryem; “Orta Çağ Türk Ordularında Resmi Geçit”, Eski Çağ’dan Modern Çağ’a Ordular, İÜTAM ve Kitapevi yay. , İstanbul 2008, s.237-242.

-İBN BİBİ; Selçuk-name, haz. Mürsel Öztürk, I, Ankara 1996.

-KAFESOĞLU, İbrahim; Türk Milli Kültürü, Ötüken yay. , İstanbul 2004.

-KESİK, Muharrem; At Üstünde Selçuklular, Timaş Yay. , İstanbul 2011

-KOCA, Salim; Selçuklularda Ordu ve Askeri Kültür, Berikan Yay. , Ankara 2005

-KÖPRÜLÜ, M. Fuat; “Anadolu Selçuklu Tarihinin Yerli Kaynakları”, Belleten, VII / 7, 1943, s.388-389

-KÖYMEN, Mehmet Altay; Tuğrul Bey, Kültür ve Turizm Bakanlığı yay. , Ankara 1986.

-KUŞÇU, Ayşe Dudu Erdem; “Türkiye Selçuklularında Ordu ve Donanma”, Türkler, VII, Ankara 2002, s.176-188.

-MANSEL, A.Müfit- A.A. Vassliev; Bizans Tarihi I, -

-MERÇİL, Erdoğan; Türkiye Selçuklularında Meslekler, TTK. Yay. , Ankara 2000.

-ÖZAYDIN, Abdülkerim; “İbn Bibi”, DİA, XVIII, 1999, s.379-382

-SEVİM, Ali- Erdoğan Merçil; Selçuklu Devletleri Tarihi, TTK. Yay. , Ankara 1995

-YAZICI, Nesimi; İlk Türk İslam Devletleri Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı yay. , Ankara 2008




[1] ERZİ(1968): s.712
[2] ÖZTÜRK(1996): s. 2
[3] ÖZTÜRK(1996): s. 2
[4] ÖZAYDIN(1999): s. 379
[5] ÖZTÜRK(1996): s. 1
[6] ÖZAYDIN(1999): s. 379
[7] GÖKSU(2010): s. XVI
[8] ERZİ(1968): s.713
[9] ÖZAYDIN(1999): s.379
[10] GÖKSU(2010): s. XVI
[11] GÖKSU(2010): s. XVII
[12] ÖZAYDIN(1999): s. 380
[13] ÖZAYDIN(1999): s. 380
[14] ÖZAYDIN(1999): s. 380
[15] ÖZAYDIN(1999): s. 380
[16] ERZİ(1968): s. 713
[17] ERZİ(1968): s. 714
[18] ERZİ(1968): s. 714
[19] ÖZAYDIN(1999): s.380
[20] ÖZAYDIN(1999): s. 380
[21] ÖZAYDIN(1999): s. 381
[22] KÖPRÜLÜ(1943):s.27
[23] ÖZTÜRK(1996):s.9-11
[24] ÖZTÜRK(1996):s.6
[25] GÖKSU(2010):s.27
[26] GÖKSU(2010):s.29
[27] KESİK(2011):s.29
[28] İBN BİBİ: s.55
[29] İBN BİBİ II: s.93
[30] İBN BİBİ II: s.105
[31] İBN BİB I: s.209
[32] İBN BİB I: s.213
[33] İBN BİBİ I: s.214
[34] İBN BİBİ I: s.224
[35] İBN BİBİ I: s 237
[36] İBN BİBİ I: s 285
[37] İBN BİBİ I: s 258,285
[38] İBN BİBİ I: s 291
[39] İBN BİBİ I: s 420
[40] KESİK(2011): s.34
[41] KOCA(2005): s.92
[42] KOCA(2005): s.92-93
[43] İBN BİBİ I: s.117
[44] İBN BİBİ I: s.291
[45] GÖKSU(2010): s.99
[46] GÖKSU(2010): S. 99
[47] İBN BİBİ II: s.26
[48] İBN BİBİ II: s.36-38
[49] İBN BİBİ II: s.39-40
[50] İBN BİBİ II: s.43-47
[51] İBN BİBİ II: s. 64-65
[52] İBN BİBİ II: 66-67
[53] İBN BİBİ I: s.150
[54] İBN BİBİ I: s.414
[55] İBN BİBİ I: s. 369-370
[56] İBN BİBİ I: s.305
[57] İBN BİBİ I: s292-298
[58] İBN BİBİ I: s.206
[59] İBN BİBİ I: s.233
[60] İBN BİBİ I: s. 428
[61] İBN BİBİ I: s.444
[62] KESİK(2011):s. 41
[63] KESİK(2011):s. 41
[64] KOCA(2005):s. 108
[65] İBN BİBİ I: s.257
[66] İBN BİBİ I: s.46
[67] İBN BİBİ I: s.97
[68] İBN BİBİ I: s.100
[69] İBN BİBİ I: s.104
[70] İBN BİBİ I: s.238
[71] İBN BİBİ I: s. 169
[72] İBN BİBİ II: s.52-53
[73] İBN BİBİ II: s.66
[74] İBN BİBİ II: s. 70
[75] İBN BİBİ II: s. 88-89
[76] İBN BİBİ II: s.101
[77] İBN BİBİ II: s.116-117
[78] İBN BİBİ II: s.144
[79] KESİK(2011): s.36-37
[80] KOCA(2005): s. 115
[81] GÖKSU(2010): s.133
[82] İBN BİBİ I: s.204
[83] İBN BİBİ I: s.207
[84] İBN BİBİ II: s.64-67
[85] İBN BİBİ II: s. 116-117
[86] İBN BİBİ II: s. 123
[87] KESİK(2011): s.39
[88] GÖKSU(2010): s.179-180
[89] İBN BİBİ I: s.91
[90] İBN BİBİ I: s.93
[91] İBN BİBİ I: s.174
[92] İBN BİBİ I: s.189-190
[93] İBN BİBİ I: s.352
[94] İBN BİBİ II: s. 40-41
[95] İBN BİBİ II: s. 68
[96] KESİK(2011): s.45
[97] SENİM-MERÇİL(1995): s.513
[98] İBN BİBİ I: s.97
[99] İBN BİBİ I: s.159
[100] İBN BİBİ I: s.187
[101] İBN BİBİ I: s. 289
[102] İBN BİBİ I: s. 352
[103] İBN BİBİ I: s.454
[104] İBN BİBİ II: s. 127
[105] KESİK(2011): s.47
[106] GÖKSU(2010): s.257
[107] İBN BİBİ II: s.20
[108] İBN BİBİ II: s.22
[109] İBN BİBİ II: 33-34
[110] İBN BİBİ II: 48
[111] İBN BİBİ II: 82-84
[112] İBN BİBİ II: 106
[113] GÖKSU(2010): s.257
[114] KESİK(2011): s.47
[115] İBN BİBİ I: s.155
[116] İBN BİBİ I: 167
[117] İBN BİBİ I: s.175
[118] İBN BİBİ I: s. 183
[119] İBN BİBİ I: s. 206
[120] İBN BİBİ I: s. 244
[121] İBN BİBİ I: s. 354
[122] İBN BİBİ I: s. 429
[123] İBN BİBİ II: s. 23
[124] İBN BİBİ II: s. 34
[125] İBN BİBİ II: s.41
[126] İBN BİBİ II: s.44
[127] İBN BİBİ II: s.51
[128] İBN BİBİ II: s.134
[129] GÖKSU(2010): s. 277
[130] GÖKSU(2010): s. 278
[131] İBN BİBİ I: s.118
[132] İBN BİBİ I: s. 186
[133] İBN BİBİ I: s.126
[134] İBN BİBİ I: s. 234
[135] İBN BİBİ I: s. 64
[136] İBN BİBİ I: s. 175
[137] İBN BİBİ I: s. 205
[138] İBN BİBİ I: s. 213
[139] KUŞÇU(2002):s.177
[140] KOCA(2005): s. 158
[141] KESİK(2011): s.82
[142] İBN BİBİ I: s. 118
[143] İBN BİBİ I: s. 129
[144] İBN BİBİ I: s. 141
[145] İBN BİBİ I: s. 336
[146] GÖKSU(2010): s. 300
[147] İBN BİBİ I: s. 37
[148] İBN BİBİ I: s. 52
[149] İBN BİBİ I: s. 94
[150] İBN BİBİ I: s. 118
[151] İBN BİBİ I: s. 129
[152] İBN BİBİ I: s. 141
[153] İBN BİBİ I: s. 164
[154] İBN BİBİ I: s. 300-303
[155] İBN BİBİ II: s. 52
[156] GÖKSU(2010): s. 328
[157] KESİK(2011): s. 86
[158] İBN BİBİ II: s. 163
[159] İBN BİBİ I: s. 74
[160] İBN BİBİ I: s. 75
[161] İBN BİBİ I: s. 94
[162] İBN BİBİ I: s. 119
[163] Doğudan batıya doğru uzanan ve İran’ın bütün kuzeyini kaplayan dağ silsilesi
[164] İBN BİBİ I: 127
[165] İBN BİBİ I: s. 129
[166] İBN BİBİ I: s. 156
[167] İBN BİBİ I: s. 129-130
[168] İBN BİBİ I:  s. 156
[169] İBN BİBİ I: 294
[170] İBN BİBİ I: s.335
[171] İBN BİBİ I: s. 256
[172] KESİK(2011): s.87
[173] İBN BİBİ I:s. 141
[174] İBN BİBİ II: s. 187
[175] İBN BİBİ I: s. 327-328
[176] İBN BİBİ I: s. 335
[177] İBN BİBİ I: s. 444
[178] İBN BİBİ II: s. 187
[179] KESİK(2011): s. 90
[180] İBN BİBİ I: s. 256
[181] İBN BİBİ I: s. 342
[182] İBN BİBİ I: s. 444
[183] İBN BİBİ II: s. 66
[184] GÖKSU(2010): s. 347
[185] KESİK(2011): s. 90
[186] KESİK(2011): s. 91
[187] GÖKSU(2010): s.347
[188] İBN BİBİ I: s. 117
[189] İBN BİBİ I: s. 165
[190] İBN BİBİ I: s.205
[191] İBN BİBİ I: s. 205
[192] İBN BİBİ I: s.261
[193] İBN BİBİ I: s. 292
[194] İBN BİBİ II: s. 30
[195] İBN BİBİ II: s. 45
[196] İBN BİBİ II: s. 86
[197] İBN BİBİ I: s. 421-422
[198] KOCA(2005):s.128
[199] KOCA(2005):s.134-134
[200] KUŞÇU(2002): s182
[201] KOCA(2005):s.182
[202] İBN BİBİ I: s.160
[203] İBN BİBİ I:  s. 186
[204] İBN BİBİ I: s.200
[205] İBN BİBİ I: s. 214
[206] İBN BİBİ I: s. 234
[207] İBN BİBİ I: s. 282
[208] GÖKSU(2010):s.366-367
[209] GÖKSU(2010):s.306
[210] İBN BİBİ I: s.119
[211] İBN BİBİ I: s. 353
[212] MERÇİL(2000):s.160
[213] İBN BİBİ I: s.169
[214] İBN BİBİ II: s. 67
[215] İBN BİBİ I: s.169
[216] KESİK(2011): s. 122
[217] İBN BİBİ I: s. 213
[218] İBN BİBİ I: s. 208
[219] İBN BİBİ I: s. 298
[220] İBN BİBİ I: s. 327
[221] GÜRBÜZ(2008):s.237
[222] KÖYMEN(1986):s.100
[223] KESİK(2008):s.266
[224] KESİK(2011): s. 136
[225] KESİK(2011): s. 137
[226] İBN BİBİ II: s. 69
[227] İBN BİBİ I: s. 328
[228] İBN BİBİ I: s. 350
[229] İBN BİBİ I: s. 295
[230] KESİK(2011): s.139
[231] KESİK(2008):s.258
[232] KOCA(2005):s.225
[233] KESİK(2011): s. 142
[234] İBN BİBİ I: 159
[235] KESİK(2011): s.153
[236] KOCA(2005):s.225-245
[237] KOCA(2005):s.164
[238] KESİK(2011): s. 204
[239] ERDEMİR(2002): s. 940
[240] İBN BİBİ I:s. 268
[241] İBN BİBİ I: s. 165
[242] KOCA(2005):s.170-174
[243] KESİK(2011): s. 178
[244] İBN BİBİ I: s. 370
[245] İBN BİBİ I: s. 300
[246] YAZICI(2008): s.290
[247] İBN BİBİ I: s. 420
[248] İBN BİBİ I: s.432
[249] İBN BİBİ II: s. 62
[250] İBN BİBİ II: s. 67
[251] İBN BİBİ II: s. 70
[252] İBN BİBİ II: s. 73-74
[253] İBN BİBİ II: s. 81-82
[254] MANSEL- VASSLİEV: s. 453
[255] AYÖNÜ(2002): s.610
[256] İBN BİBİ I:s. 73
[257] İBN BİBİ I: s. 70
[258] AYÖNÜ(2002): s. 608
[259] İBN BİBİ I: s. 99
[260] İBN BİBİ I: s. 170
[261] KAFESOĞLU(2004): s.281
[262] KAFESOĞLU(2004): s. 281
[263] KAFESOĞLU(2004): s. 282
[264] DONUK(2008):s.185
[265] DONUK(2008):s.  185
[266] DONUK(2008):s.187
[267] DONUK(2008):s.190

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder